Kesinlik mi Hakikat mi?
Kesinlik mi Hakikat mi?(1)
Arthur Conan Doyle 1800'lerin sonuna doğru dedektif Sherlock Holmes karakterini yaratırken, aynı yıllarda Sigmund Freud -kimilerine göre 20.yy'ın dini- psikanalizi ve bilinçdışı(2) kavramını şekillendirmeye başlıyordu. Doyle ve Freud'un tıp eğitimi almış olması tesadüf mü bilemeyiz; fakat 2004 yılında Amerika'da gösterilmeye başlayan “House M.D.” dizisinin ana karakteri olan, Dr. Gregory House'un Sherlock Holmes ile olan benzerliğinin tesadüf olmadığı kesin: Holmes->House, Watson->Wilson, kullandıkları “uyuşturucular” ve iki karakterin adresinin de 221 Baker Sokağı'nda olması... Başlıktaki sorudan da anlaşılabileceği gibi bu yazının niyeti, bu iki kurgunun ve karakterlerinin benzerliklerini ele almaktan çok, “çözüme” ulaşma yollarını psikanaliz çerçevesinde değerlendirirken, başlıktaki soruyu güncele doğru yönlendirmek: Hakikat aşkıyla, aşkın ve öznenin kaderinin hakikatine bakmak...
Sherlock Holmes cinayetleri çözerken zamanının ötesinde bir yaklaşımla, olay yeri incelemesinde zamanın tıbbi yöntemlerini kullanmış ve günümüz adli tıbbının şekillenmesine de esin kaynağı olmuştur. Dr. House'un hastanın evini dedektif gibi incelemesi de, belki Holmes’un yöntemlerinin çağdaşlarına alışılmadık gelmesine benzer biçimde, bugün alışılmadık geliyor ve şaşırtıyor. “Everybody lies” (“Herkes yalan söyler”) diyen House'un, göz önünde olan fakat kimsenin anlamlandıramadığı, üzerinde durmaya değer görmediği, ayrıntıların peşinde oluşu, Holmes'un “Ufak şeyler en önemli şeylerdir” düsturuna uyuyor. Tıbbın polisiyeye hediye ettiğini tekrar kullanmasının bize tuhaf gelmesinin sebebi, günümüzde teşhis ile ilgili çoğu şeyin yaşamdan steril olarak hastanelerin laboratuvarlarına, tetkik ve tahlillere havale edilmiş olmasıdır kanımca. (3)
Freud analiz sürecinde analistin rolünü arkeoloğa(4) benzetirken, Zizek “Yamuk Bakmak” kitabında dedektif ile analistin pozisyonlarını karşılaştırır.(5) Zizek, “Suç sahnesi çok çeşitli ipuçları, bariz bir örüntüsü olmayan anlamsız, dağınık ayrıntılar içerir (tıpkı psikanaliz sürecinde analiz edilen hastanın "serbest çağrışımları" gibi) ve dedektif, sırf varlığıyla bile, bütün bu ayrıntıların geri dönüşlü olarak anlam kazanacağını garanti altına alır. Başka bir deyişle, "alimimutlaklığı" aktarımın sonucudur (dedektifle aktarım ilişkisi içinde olan kişi, öncelikle, onun Watson konumundaki arkadaşıdır, dedektif bu arkadaşına anlamını kesinlikle kavrayamadığı bilgiler verir)” derken Dr. House’un neden tek başına teşhis koyamadığı konusunda da bilgi vermiş olur; Dr.House’u ekibine ya da Wilson’a ulaşamadığı yerlerde, bir temizlikçiyle ya da kadavrayla konuşurken, teşhislerini sesli olarak onlarla tartışırken görürüz; onlar cevap vermezler. Tabii burada Dr. House’un “yasa”yla olan ilişkisine de bakarak, psikotik yönüyle ele alırsak, analist yerine analizan pozisyonunda olduğunu da söyleyebiliriz. Psikotik yönüyle öne çıkan bir öznenin analistten “öğreneceği” bir şey yoktur; o anlatır analist kaydeder, bir bakıma sekreterliğini yapar. Holmes ve House karakterlerinin antikahraman olarak gösterilebilecekleri özellikler için psikotiğin yasayla olan ilişkisine de bakabiliriz.(6)
Psikanaliz yoluyla “aşık olmak mümkün mü”?
Bir söyleşisinde Lacan şöyle diyor, “Gerçeklik ve imkansız, birbirinin karşıtıdır ve bir arada olamaz. Analiz, özneyi imkansıza doğru iter, ona dünyayı hakikatte olduğu gibi değerlendirmeyi telkin eder, yani, düşsel ve herhangi bir anlamdan yoksun olarak. Öte yandan, gerçeklik, tıpkı doymak bilmeyen bir kuş gibi, rasyonel şeylerden, anlamlı eylemlerden beslenmekten başka bir iş yapmaz.”(7) Arzu zaten ötekinin arzusudur ve “Analist, özne kendi arzusunun, kendi öz arzusunun hakikatine erişebilsin diye oradadır, Öteki'nin talebine cevap verebilsin diye değil."(8)
Son günlerde Agâh Aydın’ın sosyal medyada paylaşılan videolarından da aşina olduğumuz bu “hakikat” tonuna Holmes(9) ve House da katılırdı herhalde. Aşk, anlam gibi konularda gerek psikanalizin gerekse bu iki hayali karakterin tutumu yakındır; özneyi imkansızlığa doğru iterler. Lacan ”Her konuşma taleptir. Her talep bir aşk temennisi [dir].” derken “Aşık olmak sizde bulunmayanı vermektir.” der.
Ulus Baker Ignoramus yazısında aşkla ilgili ara başlıktaki soruyu sorduktan sonra şöyle devam eder, “Çünkü psikanaliz galiba aşk meselelerini ya basit psişik olaylar ya da olgular halinde göğüslemekte, ya da daha derin olduğunu farzettiği katmanların üzerine bir köpük gibi yaymayı tercih etmektedir: Aşkın bütün içeriği erotizme ve cinselliğe boca edilmektedir. Kısaca söylemek gerekirse psikanaliz temel ve ilksel bir insan deneyimi ve yaşantısı olarak “aşkın” pratiği, üretimi ve kullanımı konusunda pek yardımımıza koşabilecek gibi değildir.”(1) der ve yazının ilerleyen kısımlarında imkansızlıkla aşkı şöyle bağlar, “Hayır, aşkın imkansızlığı onun kendisidir, durdurulması ya da talihsizliği değil... Hüsran belki aşkın her daim yanına çağıracağı bir narsizmin kaderi olabilir, ama aslında aşk tarafından kendisiyle alay edilmek üzere çağrılmıştır oraya.”
Ulus Baker aynı yazıda, psikanalizin bize “kendi rüyalarımızı görmemiz” konusunda da yardımcı olamayacağını iddia ediyor ve ignoramus kavramıyla bizleri ‘“başkalarının rüyalarına yakalanmak” felaketinden kurtulabilmek için “kendi rüyalarımızı üretmeye” davet ediyor.’ Yazısının finalinde de imkansıza doğru itilen özneyi bu kadercilikten kurtaracak şu formülü veriyor: “Yukarıda Spinoza’nın ignoramus’unu, aktif neşenin beslenişini ortaya koyan ve bilinçdışını üretimsel bir zorunluluk, güçlerin bir bileşimi olarak çağrıştıran bu alıntılar dizisi içinde psikanalitik kültürün en büyük sorunu olarak addettiğimiz “kadercilik” tipinin karşısına şu nihai temayı çıkarıyoruz: Karanlık ve ölümcül (Thanatos) bir bilinçdışı mefhumunun beslenmesi ve geçmişin, şimdinin ve geleceğin toplumsal yapılarınca desteklenmesi (kapitalizmin ideolojisinin pek “şen” olduğu da söylenemez zaten) tehlikesi karşısına ancak insanın bilinçdışında kurucu bir ilke olarak yer edebilecek tek bir fikre güvenmek mümkündür: “Kötü fikirlerden etkilenmek kötülüktür...” Bu fikir, haz ilkesinin ötesinde (çünkü hazzın ilkesi olmaz!) bilinçdışının temelini örebilecek tek “bilinçdışı tema”, ilk fikirdir ve üretkenlikle arzuyu, bilgi ile duyuşu, yaşam ile ölümü barıştırır. Bütün bu deneyimleri bir “görev” değil, aktif bir yaşam faaliyeti içinde uzlaştırır.”
Meanwhile...
Psikanalize olan amatör merakımın peşinden giderken karşılaştığım Ulus Baker yazısını sindirmeye çalışırken ya da onun içinde debelenirken, insan, özne ve hakikati üzerine düşünürken, iki yazı daha karşıma çıktı: “Belki de seçim ve tercihlerimizde özgür değiliz: İçimizdeki psikopat”(10) ve “Beyin ve Dünya arasında …”(11)
İlk yazıda Kıvılcım Kayabalı nörobilim ve genetikteki yeni gelişmelere değinerek “Seçimlerimizde ne kadar özgürüz?”(12) sorusunu soruyor ve “İncelenen sayısız örnek, toplumsal olarak kabul edilebilir seçimler yapmakta belki de herkesin aynı ölçüde ‘özgür’olmadığını gösteriyor.” diyor.. House dizisinin bazı bölümlerinde Dr. House’u bu görüşün destekçisi olarak keyifle izledik zaten. Bu konuda benim aklıma gelen en sıkı örneklerden biri de Fritz Lang’in yönettiği, 1931 yapımı M (“Bir Şehir Katilini Arıyor”) filmidir. Film, pedofil çocuk katili olan Hans Beckert (Peter Lorre)’in tüm şehir tarafından aranmasını işler.(13) Final sahnesinde şehrin suçlularının oluşturduğu mahkemede yargılanan Hans Beckert savunmasında bizi Kıvılcım Kayabalı’nın yazısındaki argümanla sıkıştırır, seçimlerinde özgür olmadığını vurgular.(14) Bu mahkeme sahnesindeki diğer tüm oyuncuların gerçekten suç dünyasından toplandıklarını da hatırlatmakta fayda var.
“Beyin ve Dünya arasında …” yazısına Özgür Öğütcen şu soruyla başlıyor: “Beynimizle dünya arasındaki ilişki nedir? İnsan beyninin varolan maddi dünyanın bir parçası olduğundan şüphemiz yoksa şayet, tam da bu durumun yarattığı koşullar altında beyin ve “benlik” ve beyin ve “özne” nasıl ilişkilenmektedir?” ve biyolojik indirgemeci görüşün kaderciliğini sorguluyor. “Yine aynı görüşün ileri sürdüğü üzere psikanalitik bilinçdışı kavramı, en azından, kullanışsızdır ve “bilimsel” olarak kanıtlanması mümkün olmayan bir alana aittir.” görüşünün aksine, yeni gelişmelerin psikanalizi destekleyen taraflarından da bahsediyor: “Nöroplastisite ve epigenetik kavramlarının ortaya çıkmasını takiben bir biyolojik oluş olarak insanın oluşumundaki determinizmin basit, doğrusal bir belirlenim olmadığı yönündeki sezgiler “bilimsel” bir zemin kazanmaya başladı; bu görüşün ifade ettiği şey, insanın genetik olarak belirlenmiş olmasının onun tamamıyla genetik olarak belirlendiği anlamına gelmediğidir. Bu bağlamda deneyimin beyinde bir “iz” bırakması ve bunun nöronal ağların nöroplastisitesi çerçevesinde gerçekleşmesi psikanaliz ve nörobilim arasındaki köprülerden birini oluşturabilir.” Psikanaliz, felsefe ve nörobilim arasında bir diyalog mümkün mü, sorusunun peşinden alınan yolu da özetleyen bu yazıda “Ama hangi felsefe? Hangi psikanaliz ve hangi nörobilim? Anglo-Amerikan zihin felsefesi mi? Hegelci diyalektik mi? Ya da Fredcu-Lacancı psikanaliz mi? Yoksa başka bir psikanalitik ekol mü?” diye sormayı da ihmal etmiyor. Ulus Baker’in psikanalize yaptığı kadercilik eleştirisine/açılımına benzer bir eleştirinin ve açılımın, Özgür Öğütcen tarafından, psikanalizden nörobiyolojik indirgemeciliğe doğru yapıldığını görüyoruz. Ulus Baker “hangi felsefe?” sorusuna 1998 yılından Spinozacı felsefe diye cevap veriyor. Bir süre önce okuduğum Terry Eagleton’un “İyimser Olmayan Umut” kitabında da bu tartışmaya yönelik bir ses vardı...(15)
Sonuç mu?
Daha çok su kaldıracak bu pilavı artık ocaktan almanın zamanı geldi sanırım -bu yazı için en azından. Bu tartışmaya her girdiğimde aklıma 11 Haziran 1963 tarihinde Vietnamlı budist rahip Thich Quang Duc’un kendisini kameraların önünde (talebelerinin yardımı ile) yakması ve alevler tüm vücudunu kaplamışken öylece hareketsiz durması gelir. Psikanaliz bunu arzu açısından ele alabilir; ama, Victor E. Frankl “İnsanın Anlam Arayışı” kitabından bizlere şöyle seslenirdi: “Toplama kamplarında yaşayan bizler, o kamptan bu kampa koşan, ellerindeki son ekmek kırıntılarını vererek başkalarını teselli etmeye çalışan insanları anımsayabiliriz. Sayıları az olabilir, ama bu bile, bir insandan bir şeyin dışında her şeyin alınabileceğini yeterince gösterir: İnsan özgürlüklerinin sonuncusu; yani, belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu seçmesi.” Dr. House dizinin bir bölümünde (Sezon 3, Bölüm 24, “Human Error”), büyük badireler atlatarak kendisine teşhis için karısını getiren Kübalı ateist bir adamın davranışına oldukça şaşırır: Hasta kadına birkaç teşhis konmuştur ve her bölümde olduğu gibi işe yaramamıştır, Kübalı adam bir köşede dua etmektedir. Dr. House adama sorar “Tanrıya inanmadığını sanıyordum.”, “İnanmıyorum.” der adam ve devam eder “Karıma iyileşmesi için her şeyi yapacağıma dair söz verdim. Eğer dua etmezsem, her şeyi yapmış olmam.”
Evet, hakikat arayışımızda her şeyi yapmaya istekli miyiz, yoksa kaybettiğimiz kesinliğin peşinde mi koşuyoruz?
“Şu işçi hayvandan da mı kötüyüm acaba - o bile yaşıyor ve hissediyor, bense sadece eziyet çekiyorum,” diye düşündü Voşov uyku arifesinde. “Anlamı neden unuttum ki, biliyordum sanki?”(16)
Dipnotlar:
Biz, hastanın unutulmuş yıllarını yansıtan bir resmin peşindeyiz; öyle bir resim ki hem güvenilir olacak hem de hiçbir önemli öğeyi dışarıda bırakmayacak ... [Psikanalistin] giriştiği kurgulama işi, ki isterseniz yeniden-kurgulama da diyebilirsiniz buna, arkeologun yıkılmış ve toprak altında kalmış bir iskan alanını ya da bir yapıyı ortaya çıkarmak için yaptığı kazı çalışmalarını andırır. İki süreç aynıdır aslında, şu farkla ki analist daha iyi koşullarda çalışmaktadır ve elinin altında daha çok malzeme vardır, çünkü yıkılmış ve silinmiş bir şeyle değil, hala canlı olan bir şeyle uğraşmaktadır; tabii bunun başka nedenleri de olabilir...(...) Freud (1938)” “Haset ve Şükran”, Melanie Klein, Metis Yayınları
(5)“Dedektifin rolü tam da "imkânsızın mümkün olduğunu" göstermek (Ellery Queen), yani travmatik şoku yeniden simgeselleştirmek, simgesel gerçekliğe dahil etmektir. Dedektifin mevcudiyeti bile kuralsız ardışıklığın kurallı ardışıklığa dönüşmesini, başka bir deyişle, "normalliğin" yeniden tesis edileceğini peşinen garanti eder. Burada cinayetin, daha doğrusu cesedin öznelerarası boyutu can alıcı önemdedir. Nesne olarak ceset bir grup bireyi birbirine bağlayacak şekilde işler: Ceset onları bir grup (şüpheliler grubu) olarak kurar, ortak suçluluk hisleri yoluyla onları bir araya getirir ve bir arada tutar - hepsi de katil olabilirdi, hepsinin bunu yapmak için nedeni ve yapacak fırsatı vardı. Dedektifin rolü, yine, bu evrenselleştirilmiş, yüzer-gezer suçluluk hissinin yarattığı çıkmazı, tam da tek bir özneye yerleştirip bütün diğerlerini temize çıkararak ortadan kaldırmaktır.12 gelgelelim, burada analistin yöntemi ile dedektifin yöntemi arasında kurulan benzeşikliğin sınırları ortaya çıkmaya başlar. Yani, aralarında bir koşutluk oluşturup, psikanalist "iç", psişik gerçekliği analiz ederken, dedektif "dışsal", maddi gerçeklikle sınırlıdır demek yetmez. Yapılması gereken şey şu can alıcı soruyu sorarak bu ikisinin örtüştüğü yeri tanımlamaktır: Analitik yöntemin bu şekilde "dışsal" gerçekliğe" taşınması, "içsel" libidinal ekonomi alanının kendisini nasıl etkiler?” “Yamuk Bakmak”, Slavoj Zizek, Metis Y.
(7) Emilio Granzotto’nun Jacques Lacan ile Panorama dergisi için 1974’te yaptığı söyleşinin bir bölümünün çevirisinden. Söyleşi, Şubat 2004’te Magazine Littéraire’in 428’inci sayısında da yayımlanmıştır. Türkçeleştiren: Banu Barış , birtakimisler.org sitesinden alıntılanmıştır.
(8) Anny Cordié, Les cancres n'existent pas, 299 (Özgür Öğütcen’in 29 Ekim 2016 tarihli facebook paylaşımından alınmıştır.)
(9) “İmkansız olanı elediğinde geride kalan, ne kadar olasılık dışı görünürse görünsün, hakikat olmalıdır.” Holmes’ün meşhur düsturu
(10) Kıvılcım Kayabalı: 30 Ekim 2017 : herkesebilimteknoloji.com
(11) Özgür Öğütcen : ozgurogutcen.wordpress.com
(12) “Nörobilim, bir yandan da insanların kararlarını nasıl verdiklerini ve bu sırada gerçek anlamda ‘özgür’ olup olmadıklarını araştırıyor. Nörobilim ile ilgili çalışmalar bize beyin kimyasında ortaya çıkan çok küçük değişikliklerin davranışta çok büyük değişimlere neden olabileceğini gösteriyor.”
(14)“..ama yapamıyorum,kendimden kaçamıyorum. Beni yönelttiği yola dönmek ve kaçmak zorundayım. Dipsiz sokaklar...Bitsin,bitsin istiyorum!(...)Ama bana kim inanır? İçimde ne olduğunu,neler yaşadığımı kim anlar? Bunu yapmak zorunda kaldığımda onun içimde nasıl çığlıklar attığını... Yapmalısın! İstemiyorum! YAPMALISIN! Ve sonra...bir çığlık. Duymaya dayanamadığım!YARDIM EDİN! ENGEL OLAMIYORUM! YAPAMIYORUM!”Çeviri, Zafer GEZGİN,24.12.2004
(15) “ Rüyalar ve fanteziler, Freud’da da bir tür semptomatoloji teşkil etmekle beraber, anıştırdıkları şey gelecek değil, geçmiştir. Freud rüya ve fantezileri ilksel bir travmanın gösterenleri olarak ele alırken, psikanalizi hapı yutmuş durumdaki burjuva sınıfının bir ürünü olarak gören Bloch ise,(...)Bloch psikanalizin, analiz mahalli olan geçmişi özgürleşmiş bir gelecek adına kazdığı gerçeğini fark etmemiş görünmektedir. Bloch geçmişteki geleceğin izindeyse, Freud da farklı bir anlamda öyledir. Freud’a göre, şimdi sürekli olarak geçmişin anaforlarıyla sürüklenmekteyken, Bloch’a göre geleceğin gelgitiyle çekilmektedir. Şimdiki an her iki durumda da önemli bir başkalığa gebedir. Freud’un nazarında, son, kaynakta yatmaktadır, zira yaralı durumdaki ego talihsiz ortaya çıkışından önceki bir noktaya geri dönmeye çabalar. Bloch’un nazarındaysa,en bilinen sloganlarından biriyle söylersek, yaratılış veya köken sondadır. Freud için gelecek ölümken, Bloch için hayattır. Freud trajik bir vizyon benimserken (ki bu, arzunun yıkıntılarını onarmak için elden bir şey gelmeyeceği anlamına gelmez), Bloch’un anlayışı, az sonra göreceğimiz gibi, hiç de trajik sayılmaz.”(Syf. 145) “İyimser Olmayan Umut”, Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları
(16) Andrey Platonov’un Çukur romanında, roman boyunca hakikat arayışında olan Voşov... (Çev: Günay Çetao Kızılırmak, Metis Y.)
Yorumlar
Yorum Gönder