Ahlâk Ağacı (Ahlat Ağacı filminin varoluşçu, logoterapik okuması)
“Yaşamak için ayağa kalkmamışken,
yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.”[2]
Henry David Thoreau
Diyaloglar
“Diyalog esasen (kökeni itibariyle) karşılıklı
konuşmak demek değildir. Çünkü baştaki di, Latince di (iki) ya da Farsça dü
(iki) kelimelerinden değil Antik Yunanca di ön ekinden gelir ve anlamı
"içinden, ortasından" demektir. Diyalog, di (dia) ve logos kelimelerinden
oluşuyor ki logos da legein (söylemek) kelimesinden türetilmiştir. Logos;
Platon ile Aristo’da akılla kavrama, akıl ile söyleme, konuşma (temeli mantık);
Herakletios’ta ise doğanın (değişimin) yasası demektir.
Buna göre diyalog; sözün idrakin içinden
geçmesi, ayrılması, yarılması, çoğalması, bölünmesi, çeşitlenmesi anlamına
gelir ki monologda da diyalog olanaklıdır.(...)”
Nuri Bilge Ceylan'ın yönetmenliğini yaptığı (8
ülkenin ortak yapımı olan, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın da önemli maddi destek
verdiği, 2018 yapımlı, 3 saat 8 dakikalık ) “Ahlat Ağacı” filmi üzerine yazmaya niyetlendiğim bu yazıya, Abdül
Aziz Üskübi dostumuzun “diyalog” kelimesinin kökeni üzerine yaptığı bu açılımla
başlamak anlamlı geldi. Ceylan'ın son üç filmi üzerine yazılanların neredeyse
hepsinde diyalogların altının çizildiğini görüyoruz. Dostumuzun diyalog üzerine
yaptığı açılımın devamının da bu yazıya katkısını önemsiyorum:
“(...)Akıl ile kavrama veya değişim yasası demek olan logosun hemen yanında, duygu ile kavrama demek olan pathos (sempati, antipati vb. kelimeler de buradan gelir), toplumsal değerleri öykü yoluyla kavramak demek olan mitos (mit, mitoloji, öykü ve belki de edebiyat buradan doğar) ve karakterimizi inşa edip oluşturan ethos (etik) bulunur. Mitos; logos ve pathos'un eksikliğinden, onun yetersiz kaldığı yeri tamamlamak üzere neşet eder. Logos arttıkça (ama pathos arttıkça değil) mitos azalır. Böylelikle ethos, logos, pathos ve mitos ile insan, insan olur. Aristo retoriğinin sacayağı da ethos, pathos ve logostur.”
“(...)Akıl ile kavrama veya değişim yasası demek olan logosun hemen yanında, duygu ile kavrama demek olan pathos (sempati, antipati vb. kelimeler de buradan gelir), toplumsal değerleri öykü yoluyla kavramak demek olan mitos (mit, mitoloji, öykü ve belki de edebiyat buradan doğar) ve karakterimizi inşa edip oluşturan ethos (etik) bulunur. Mitos; logos ve pathos'un eksikliğinden, onun yetersiz kaldığı yeri tamamlamak üzere neşet eder. Logos arttıkça (ama pathos arttıkça değil) mitos azalır. Böylelikle ethos, logos, pathos ve mitos ile insan, insan olur. Aristo retoriğinin sacayağı da ethos, pathos ve logostur.”
Evet, bu yazının niyeti de “ethos, logos, pathos ve mitos” üzerinden filmin kurduğu dünyayı ve
insanları anlama ve yorumlama çabası olsun. Filmde dönüşümünü yakından
izlediğimiz ana karakterinin entelektüel altyapısı üzerine verilen ipuçlarına
da uygun olarak, varoluşçu bağlantıların izinden
gitmeyi ve psikanalitik söylemden çok logoterapik söylemi kullanmayı tercih ettim.
Film, Sinan Karasu'nun (Doğu Demirkol)
Çanakkale'de bitirdiği okulundan Çan ilçesindeki evine doğru olan yolculuğuyla
açılıyor. Sonraları babası gibi sınıf öğretmenliğini okuduğunu ve “atanamamayı”
beklediğini, yazdığı
bir kitap olduğunu ve bu kitabı bastırmak ve dağıtmak istediğini de
öğreniyoruz. Neredeyse hayatının tek anlamının bu kitap olduğunu
söyleyebiliriz; diğer tüm iş ve ilişkilerine karşı genel kayıtsızlık halini
film boyunca görüyoruz. “Logoterapi”nin[3]
kurucusu Viktor E. Frankl'ın toplama kamplarındaki ağır deneyimlerini anlattığı
ve logoterapiye giriş yaptığı “İnsanın
Anlam Arayışı” kitabından bildiğimiz gibi, kendisini o zor şartlarda
hayatta tutan önemli nedenlerden biri de yazmayı düşündüğü kitaptır.[4]
Sinan'ın ilerleyen sahnelerde iyice açığa çıkan, varoluşçu felsefi söylemi de
kattığımızda, varoluşçu psikoterapi ekolü olan logoterapinin yazı boyunca
“diyalog”a katkısı önemli olacaktır; psikanaliz “anlam”ı dışlarken[5] logoterapinin
logos'u anlamdır.
(Uyarı:
Bundan sonrası yoğun spoiler içerir)
Sinan'ın babası İdris'in (Murat Cemcir) idealist
bir öğretmen olarak mesleğe başladığını oğluna öğretmenliğe ilk başladığı
günleri anlatırken öğreniyoruz. İdris öğretmen “terör”ün yoğun olduğu yıllarda
mesleğe başladığını öğreniyoruz. Bu ifadeden de 90ların başları olduğunu tahmin edebiliyoruz. İdris
öğretmen şakayı ve gülmeyi seven, doğaya dönük ve otoriter ol(a)mayan bir baba.
At yarışı alışkanlığının kumar illetine dönüşmekte olduğunu, bundan dolayı eşi
Asuman'ın (Bennu Yıldırımlar) evin sorumluluğunu büyük oranda sırtlandığı bir
aile atmosferine giriyoruz. Sinan'ın kız kardeşi Yasemin'in hırçınlığı da ev
atmosferinin yüküne eşlik ediyor. İdris öğretmenin, Sinan’ın kitabı gibi,
hayatına anlam katan önemli bir amacının olduğunu da öğreniyoruz; su bulma umuduna
kimseyi inandıramadığı, eski bir su kuyusunu kazmak. Bulduğu su ile de çorak
bölgeyi yeşertmek. Emekli ikramiyesi ile borçları kapatıp, aileyi
rahatlattıktan sonra, doğaya dönmek. Kuyudan çıkarılmaya çalışılan taşın tekrar
dibi boylamasının da ilhamıyla, Albert Camus “Sisifos Söyleni”nin sonunda
dediği gibi, “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini
doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”...
Filmin ilk 20 dakikası içerisinde, Sinan'ın
dedelerini ve anneannesini tanıyoruz. İdris öğretmenin babası Recep'in (Tamer
Levent), Sinan'la birlikte kuyudaki bir taşı çıkarmasına yardım ederken, kurbağayı incitmeden kenara koymak isteyen
oğluna tepkisinin sertliği birden yüzümüze sert bir tokat gibi çarpıyor.
Babası, İdris öğretmenin bu güleç, şakacı, çocuksu ve romantik tarafına karşı
şaşkın ve usanmış, köylünün dalga geçmesi
dışında pek bir derdi de olmayan biridir.
Recep Dedenin sertliğine tezat bir şekilde Asuman'ın babası emekli imam Ramazan'ın
(Ercüment Balakoğlu, film gösterime girmeden hayata veda etmiş) yumuşaklığı,
belki de Asuman'ın annesi Hayriye (Özay Fecht) ile Asuman'ın kaderlerinin
benzerliğine işaret ediyor. Hayriye Nine de Asuman gibi evin sorumluluğunu
sırtlanmıştır. Ramazan Dede'nin arkasını toplamak da onu ayakta tutar. Bir nevi
"bağımdaşlık mirası" taşınmış gibidir.
Film bu geniş aileyi bize tanıtırken, ailenin ve
Sinan'ın zamanın ruhu olan sosyo-ekonomik “güvencesizlik”lerini sürekli
hissettirirken (Asuman İdris'in emekli “olamama” ihtimaline karşı tetikte),
dört kişilik bu ailenin köklerinden ve topraktan neden uzaklaşamadıklarına da
işaret etmiş oluyor.
Aile ve diğer ilişkilerine kayıtsız olan Sinan'ı
birden belediye başkanının makamında görüyoruz. Kitabını bastırmak için
belediyenin sponsorluğunu talep ediyor. Babasının kuyudan taş çıkarması gibi o
da yılmıyor. Film günümüzde geçiyor ve siyasi, ekonomik atmosferi olabildiğince
yansıtmaya çalışıyor; belediye başkanının bu görüşmedeki “akışkan” tutumu da bu
atmosferi tamamlar nitelikte. Sinan'a bu desteği veremeyeceğini ustaca
söylerken, onu “maden ocağının” yanındaki “kum ocağını” işleten turizmci
İlhami'ye yönlendiriyor. Bu görüşme parodi gibi dursa da, edebiyatın
(taşradaki) ekonomik kaynaklarına vurgusu gerçekçi diyebiliyoruz. Sinan
istekliliğini sürdürüyor ve kum ocağına da uğruyor, İlhami'yi bulamıyor. Dönüş
yolunda madenin çoraklaştırdığı alanın genişliği, kentsel dönüşümün taşradaki
karşılığı diyebileceğimiz, kırsal dönüşümü açıkça işaret ediyor. O
çoraklaştırılmış manzaradan bir vahaya doğru çekiyor kamera bizi ve yolda yeni
bir oyuncuyla karşılaşıyoruz: rüzgâr...
“...Rüzgârdandır
kadınlar, savururlar savrulurken...”[6]
Film boyunca kullanılan tek müziğin ilk
notalarını duymaya başlarız, Bach’ın eserinin[7] ilk
notalarıyla beraber köy çeşmesinin başından Hatice (Hazar Ergüçlü) “Sinan” diye
seslenir bize. Yazının girişindeki “diyalog” açılımında geçen “ayrılma ve
yarılmayı” bu sahnede güçlü bir şekilde hissederiz. Eski sınıf arkadaşını gören
Sinan yine kayıtsızdır, cesur davranan Hatice'dir; hem muhabbetin seyrini hem
de eylemin seyrini değiştirendir. Sinan taşra sıkıntısını anlatıp oralarda
kalmayacağını anlatırken, Hatice'nin “Sen
kurtar kendini, biz başımızın çaresine bakarız” serzenişini “Herkesin kendi seçimi” diyerek
savuştururken, yine varoluşçu söylemi kayıtsızlığını akılcılaştırmak için
kullanır. Varoluşçuluk insanı özgürlüğe mahkûm ederken tüm insanlara karşı da
sorumlu kılar. "İnsanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm" diyerek
Sinan’ı ele almaya çalışsak da zorlanıyoruz; Sinan insanı savunmuyor ve
sevmiyor. Sinik ve nihilist bir varoluşçu söylem içinde; eğer zarar
görmeyecekse, düşene bir tekme atmaya da hazır görünüyor. Her ne kadar Sinan
daha çok Camus’nün yolunda görünse de, Sartre burada yardımımıza koşuyor
“Bilinçli bir varlık olan insan, 'ne
değilse odur, ne ise o değildir.' Yani, bilinçli bir varlık olan insanda,
sonsuzca değişme kapasitesi vardır.”
Bu karşılaşmanın ikinci bölümü, Hatice'nin
Sinan'dan bir sigara yakıp vermesini istemesiyle başka bir boyuta geçer. Evet,
Hatice de 'ne değilse odur, ne ise o
değildir.' Başındaki örtüyü çıkartırken dipnottaki şiirden seslenir; “İşte soyunuyorum sana”, derken, “Bir kadının soyunurken çıkarttığı sesi /
Duy. Rüzgâr otlara diz çöktürüyor!” diye devam eder; fakat Sinan duymaz;
rüzgâr duyar, yapraklar duyar. Hatice'nin açık saçlarının rüzgârla savrulması
da Sinan'ın içindeki donmuş buz denizini hâlâ kıramamıştır. Yönetmen rüzgâr ve
yaprakların bu hareketleriyle Sinan'a “Bilmeye
cüret ediyorsun, eyleme de cüret et be adam” der gibidir. Evleneceği adamın
eski sınıf arkadaşı Rıza olmadığını öğrendikten sonra bile, Hatice fikrini
sorduğunda, Sinan ona “Kalbinin sesi ne
diyor peki?” diye sorar. Peki, Sinan'ın kalbinin sesi ne diyor, uzun
zamandır onu duyan mı var sanki... Sonbahar biterken, kış yaklaşırken,
dudağında bir veda ısırığıyla baş başa kalır Sinan.
“Duyulmayan Anlam Çığlığı” kitabında Frankl
şöyle demiş, “Salt kendini anlatmayla kısıtlı bir diyalog, insan gerçekliğinin
kendini aşma niteliğine katılmaz. Gerçek karşılaşma, logos'a[anlam] açık olan,
tarafların logos'a doğru kendilerini aşmasını mümkün kılan ve hatta bu tür
karşılıklı kendini aşmayı özendiren bir ortak-varoluş modudur.
Kendini aşmanın, sadece gerçekleştirecek bir
anlam arayışı değil, sevilecek bir başka insan arayışı anlamına da geldiği
unutulmamalıdır. Karşılaşma insan, sevgi ise kişisel düzeyde gerçekleştiği
ölçüde sevginin karşılaşımın[encounter] ötesine uzandığına kuşku yok. Genel
anlamıyla karşılaşma, karşımızdakinin insanlığını görmemizi sağlarken, onu
sevmek daha fazlasını (karşımızdaki insanın temel eşsizliğini) gösterir. Bu
eşsizlik (benzersizlik), kişi olmanın yapısal özelliğidir. Ama kendini
aşkınlıkta, insan ister anlam gerçekleştirmeyle, ister sevgiyle karşılaşımla
kendini aşsın, bu özellik eşdeğer ölçüde vardır: ilkinde kişisel olmayan bir
logos söz konusuyken; İkincide kişisel bir logos -deyiş yerindeyse ete kemiğe
bürünmüş bir logos- söz konusudur.”[8]
Belki de bu anlamıyla, filmin diyaloğa özendiren karşılaşım şansı bu
sahnedeydi. Rüzgâr harika oyunuyla Hatice'nin cesaretini sinema salonunun en
köşelerine kadar taşırken “kendini aşma potansiyeli” ruhumuzu da okşuyordu.
“Herkes stresini başkasından alıyor”
Sinan, atanamayan ve çevik kuvvet polisi olan
kankasıyla telefonda konuşurken, arkadaşı “ezilmişliğimizin stresini
insanlardan çıkarıyoruz” diyerek, sıkıştırdıkları öğrencileri bazen nasıl
dövdüklerini anlatıyordu. Sinan da hayatın teorisini şöyle formüle ediyordu:
“Herkes stresini başkasından alıyor.” Zamanın ruhunu vermesi açısından ve
varoluşçu felsefenin “kendini aşma” yolunda insana sunduğu kapasiteyi boğması
açısından önemli bir sahneydi, bir “diyalog” değildi. Filmde sık sık kullanılan
uzun yürüyüşlerden biri de bu sahnede kat ediliyordu.
“Akışkan Modernite”[9] kitabında
Zygmunt Bauman, bireyselleşmeyi ele alırken iki tür otonomiden bahseder; de jure (yasal, kanuni) ve de facto (pratikte, uygulamada).
Bireyselleşmenin/modernitenin insanın kimliğini bir şeyden, bir göreve
dönüştürürken, bu görevi yerine getirmeyi ve tüm sonuçlarıyla (yan etkileriyle)
başa çıkmayı aktörlerin omuzlarına yükler ve bunun için gerekli olan de jure otonomidir; de facto olması önemli değildir, diye ekler. Kaçınılmaz bir yazgı
olarak bireysellik ile insanın kendini gerçekçi ve pratik bir şekilde var etme
kapasitesi olarak bireysellik arasındaki fark gittikçe açılmaktadır, dedikten
sonra, kendi kararlarını alabilen, kendine yeten bireyler ile “bireyleşme
süreci tamamlanmış gibi davranmaktan başka seçeneği olmayan insanları”
birbirinden ayırt etmeyi sık sık vurgular. “Bireyselleşme kazanında kaynatılan
o lezzetli özgürlük çorbasının içine mide bulandıran bir çaresizlik sineği
düşmüş durumda; bir tür iktidarsızlık olarak görebileceğimiz bu çaresizlik,
özgürlükle birlikte geleceği beklenen güç ve yetki nedeniyle çok daha iç
bulandırıcı ve rahatsız edici hissedilmektedir.” satırları bizim
(anti)kahramanımız Sinan'ın çelişkisini ortaya koymak açısından yerine
oturuyor.
Sahnenin devamında Sinan'ın ve eski sınıf
arkadaşı Rıza'nın Hatice'nin kuyumcuya gelin gittiği seyrettiğini görüyoruz.
Dört-beş arkadaş su kenarına inerler. Hatice'nin eski sevgilisi Rıza’nın hüznüne
karşı Sinan'ın iç sesini, kitabının anlatısı olarak, duyarız ve bir kere daha
Sinan'ın duyguları nasıl akılcılaştırdığına ve varoluşçu söylemi bu işe nasıl
kattığına şahit oluruz. Klişe tabirle Sinan'ın “bağlanma problemi” olduğunu söyleyebiliriz. Kıskançlık üzerine
geçen tartışmanın kavgaya dönüşmesinden sonra, Sinan evindeki dolabı açıp,
dolap kapağının iç tarafındaki aynada yüzündeki yara bereyi kontrol ettiğinde,
aynanın yanında duran Camus’nün fotoğrafı da Sinan'a bakar. Camus, Beckett,
Sait Faik ve Sinan'ın aynadaki yüzü beraber Sinan'a bakarlar. Baudelaire'in
Paris Sıkıntısı kitabının Fransızca baskısının kapağının Sinan'ın arka planına
nasıl oturduğuna da belki taşra-merkez “diyaloğunda” tekrar bakabiliriz. Herkes
stresini başkasından alıyor teorisi, Sinan'ın Rıza'nın hüznü karşısında
susmamasını ve üstüne gitmesini de açıklayabiliyor.
Burada psikanalitik söylemden biraz yardım
alarak Sinan'ın bu patavatsızlığını, sınırsızlığını, yargılayıcı, acımasız
tonunu biraz daha iyi anlayabiliriz. Sinan'ın babasının anti-otoriter, çocuksu
kişiliği bize bir ipucu olabilir. Lacancı yoruma göre, özneleşme sürecindeki
insan yavrusu, imgeselden simgesel (toplum, dil) geçerken “babanın adı”na
ihtiyaç duyar. Babanın adı kabaca, yasayı, özneleşen yavruya geçiren otoritedir
diyebiliriz. Çocuğu anneden koparabilen, sınırları hatırlatan, “hayır”, “yapma”
diyen otorite, işlev diyebiliriz. Özneleşme sürecinde bu anlamda işlev
yeterince çalışmadığında, öznenin, simgesele (toplumsala, dile) değil imgesele
(kendine, kendi tutarlılığına) dönük oynadığını, toplumsal anlamda sınır
ihlallerini görebiliriz. Sinan bu anlamda, psikotik tarafıyla,
patavatsızlığıyla, aklına geleni söylemesiyle, alayıyla, sevmemiz zorlaşıyor,
bir (anti)kahramanı oynuyor. Sınır/yasa oluşmayınca arzu da oluşmuyor; özne
arzulayandır. Sinan'ın duygusal empatiye kapalılığını da bu alana
ekleyebiliriz. Empati kuramayanla empati kurmamız gerekiyor bu durumda; Sinan
insanları sevmiyor değil sevemiyor da diyebiliriz. “Buharlaşan”,
“maternalleşen” babalar ve bunların toplumsal koşulları hakkında Özgür
Öğütcen'in yakın zamanda yaptığı detaylı sunum önemliydi kanımca.[10]
“Atama
yoluyla bireyselleşme” ve Atanamayanlar ve Paris’in sıkıntısı
Yürüyüş sahnelerinin bol kullanıldığı filmimizde
bu sefer, Sinan ve babası İdris Öğretmeni KPSS sınav sabahı yolda yürürlerken görürüz. Sinan
sınava hazırlanmamıştır. Yolda giderken üç yüz bin atanamayan öğretmenden ve
doğuda, ücra köylerdeki öğretmenliklerin bile aslanın
ağzında olduğundan bahseder babasına, işler “sizin” bildiğiniz gibi değildir
artık. Bauman, “Akışkan Modernite” kitabında “Atama yoluyla bireyselleşme” ile “ insanın kendini gerçekçi ve pratik bir şekilde var etme kapasitesi
olarak bireysellik” arasındaki farkın açıldığını söyler. Tüm yükü sırtında
hisseden bireyin çaresizliğini vurgular. Kamusal alan artık bu gibi konuları
ele almak için gittikçe işlevsizdir. Güvencesizliğin, işsizliğin, işsizlik
korkusunun zamanın ruhundaki ağırlığını tüm film boyunca hissediyoruz. Bu
yönüyle taşra, merkez, ücra gibi ayrımlar kalmamıştır. Sinan Çan'dan nefret
etse bile, şairin “Yeni bir ülke
bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın” dizelerini anlıyor gibidir.
Sarı Yelekliler'in kasıp kavurduğu Fransa ve
Avrupa ikliminde bile bundan kaçış yoktur. Proletarya güvencesizleşerek
“prekarya”laşıyor günümüzde. Belki de
dolabında gördüğümüz “Paris Sıkıntısı” kitabının Fransızca kapağını bu anlamda
okuyabiliriz. Hayaller Paris, ama gerçekler de Paris. Taşra-merkez üzerine bir
“diyalog” olarak birçok şey söyleyebilecek olsak bile, bu anlamıyla sıkıntının
“global”leştiğini ve sorumluluğu bireylerin üzerine yıkan “akışkan
modernite”de, kamusal talebin yapılacağı alanın ve muhatabın kalmadığını
görüyoruz; doğrudan eylem dışında seçenek kalmıyor. KPSS sınavında iyi bir puan
tutturacak, ataması yapılacak ve öğretmenliğe başlarsa, en fazla babasının
kaderini yaşayacak. Sinan gibi bir karakterin öğretmenlikte uzun süre, atılmadan,
dilini tutabilmesi de zor olurdu herhalde.
Tüm bunların yerine, iktidarla “suç” ortaklığı içinde, polis olarak var
olabilmek daha makul gelmeye başlıyor. Belki
bu anlamda yazarlık ve yazmak oynanabilecek son bir kumardır. Filmde
öğretmenlik-polislik seçenekleri arasında Sinan'ı söylemde sıkıntılı
görmüyoruz; ama, karakterin bütünlüğü içinde baktığımızda, içerde önemli bir
“diyalog”un yaşandığını tahmin edebiliriz. Çevik kuvvet polisliği yapan
arkadaşı ile telefonda konuşurken “bu dünya hacı, çok kahpe dünya” diyen
arkadaşıyla hem fikirdir, fakat yine de arkadaşı Sinan’a öğretmenlik yapmasını
salık verir. Öğrencilere fiziksel şiddet uygulayan bir polis olur muydu acaba
Sinan? Film boyunca, Sinan'ın fiziksel şiddete yönelik bir tavrını ve pratiğini
görmüyoruz; kız kardeşi ile ev içinde yaşadığı bir sahne dışında.
Çevredekilerin -belki de babası gibi- deli olarak ele aldığı otodidakt bir
kişi. Eklektik, klişe söylemleri makinalı tüfek gibi kullansa bile, “kendini
aşma” kapasitesini yok saymak haksızlık olurdu.
“Olgular
yoktur, sadece yorumlar vardır”
Babası sınava uğurlama bahanesiyle yoldaşlık
ederken, Sinan’dan para da tırtıklar. Sınava zaten hazırlıksızdır, şansı yaver
giderse, en fazla babası gibi olabilecektir. Kayıtsız bir tutumla sınavdan
erkenden çıkar ve sahildeki çay bahçesine gider. Boktan seçmeli oyunda bir
seçeneği daha elemiştir. “Yoksulluğunda postmodern bir ambiyans hissettiği”
piyangocu Nevzat abiyle olan “karşılıksız” diyaloğu izlemek de keyifliydi.
Nevzat abinin akıcılığı, sahiciliği sahneyi parlatıyordu: İki yüz elli liranın
tüm sorunlarını halledeceğine beni inandırdı ☺ Film ekonomik krizin
alenileştiği dolar krizinden önce çekilmiş olmasına rağmen, ekonomik daralmayı
hissettiriyordu. Bolluk içinde bir dünya yoktu filmde.
Sinan’ın, aile yadigârı kutsal kitabı kitapçıya
“okuturken”, “bölgenin en tanınmış
yazarı” Süleyman (Serkan Keskin) ile karşılaşması yine filmin uzun yürüyüşlü
diyaloglarından birine dönüşecektir. Sinan’ın burada da devam eden “uyumsuz”[11]
tavrı, Tahsin Yücel’in “Sisifos Söyleni” kitabının girişinde yaptığı açıklamaya
götürüyor bizi. Film boyunca “absürt” gelen diyalogları ve tipleri bu açıdan
ele alabiliriz. Sinan’ın film boyunca birçok şeyi aynılaştırdığını,
değersizleştirdiğini görüyoruz. Buradan kendine bir konfor alanı yarattığını ve
kendi eylemlerini ya da eylemsizliğini akılcılaştırdığını da iddia
edebiliyoruz. Süleyman’la konuşmasında
üstat diye bahsettiği Nietzsche’nin “Olgular yoktur, sadece yorumlar vardır”
düsturu da bu tutumunu destekliyor. Sinan kitabını, “Yaşam kültürü üzerine
sayıklamalar, kendi üzerine kitlenmiş oyuncaklı bir meta-roman” diye
tanımlarken, filmdeki üst kurmaca hakkında da ipucu vermiş oluyor. Burada
edebiyatın Sinan için anlamına da bakma fırsatımız oluyor; kitabının yerelden
uzaklığını vurgularken, taşra-merkez ikiliğinden kendini edebiyat aracılığıyla
sıyırdığını görüyoruz. "Taşra ve Edebiyat Sempozyumu”na katılmayıp bildiri
gönderen taşralı yazarın “Edebiyatın
taşrası merkezi yoktur. Varsa da dildir, kalemin kâğıda değdiği yerdir”[12] söylemini
aklında tutması da bunu perçinliyor. Süleyman kitabı hakkında sorular sorarken
“yerel”e karşı tavrını da görmüş oluyoruz. Sinan evrenselle bağlantısını
edebiyatla, insan ve varoluş sıkıntısı üzerinden, kuruyor diyebiliriz. “Su katılmamış taşralı” yazarın “mutlak
bir yalnızlık” talebinin Sinan da altını çiziyor; oysaki, üstat diye andığı
Nietzsche, Ecce Homo’da bu izolasyon fikrini daha da
geliştirmiştir: Yazma sürecine girdiğinde diğer fikirlerden etkilenmemek için
okumayı bıraktığını ve okumanın onun için dinlenme olduğunu söyler. Zamanla
okuduğu yazar ve eser sayısının da çok azaldığını, belli başlı eserleri tekrar
okuduğunu da ekler. Sinan’ın odasındaki kitaplara baktığımızda, böyle
bir “mutlak yalnızlık”a pek de uygun beslenmediğini görüyoruz.
Sinan, edebiyat ve yazma serüveni üzerine “klişe” konu ve
tutumları konuşurlarken, “vicdanında
halledebiliyorsan her şey mübah Sinan” diyen Süleyman’a itiraz etmez. Merak
ettiği önemli konulardan biri de, aile yadigârı kutsal kitabı kitapçıya
“okutmasının” “alçaklık” olup olmamasıdır. Kadim “Tanrı öldüyse her şey mübah” “diyalog”unun bu masada da devam
ettiğini görüyoruz. Fuentes, Diana kitabında, sadakatinin asıl adresini
“edebiyat” olarak vermişti.[13] Edebiyat
ve sanat söz konusu olunca her şey mübah mı? “Edebiyat” kelimesinin kökeninde
“adap, edep” olduğunu hatırlamakla yetinelim burada; zaten uzun süredir bu konu
Türkiye’nin de gündeminde.
Kitapçıdan çıkıp köprü üstüne doğru yürürlerken devam eden
diyalog, köprünün ortasına geldiklerine doruğuna ulaşır. “Meta-roman” ile aynı
adı taşıyan filmde, rüyalar ile gerçeklik devamlılık içinde sunulmuş; Sinan’ın
mimiklerindeki farklılığa da bakınca, deliliğiyle de ilişkilendirmek olası.
Truva Atı heykelinin içinde yakalandığı rüyasını birçok şekilde yorumlamak
mümkün görünüyor. Yaptığı ve yapacağı
seçimlerin/edimlerin korkusu ya da suçluluk ve utancı diyebiliriz. Truva
Atı’nın içini anne rahmi olarak ele alabiliriz; fakat, psikanalitik ihtimaller
yerine ben burada köprüye odaklanacağım. Sezar’ın, ordusuyla Rubicon Irmağını
geçerek Roma’ya ilerlerken, “Alea iacta
est” (Zarlar atıldı) dediği rivayet edilir. Dönüşü olmayan bir yola
girildi, ok yaydan çıktı gibi manalara gelen “Rubicon’u geçmek” deyimine de
kaynaklık ediyor bu rivayet. Sinan da, belki kumarbaz babası gibi, zarı
atmıştır artık, dönüşü yoktur bu işin. Süleyman’la muhabbetinde Sinan’ın
ağzından “utanç”, “alçaklık” gibi değerler dünyasına ait şeyler duyuyoruz.
Devamında babasını ganyan bayisinde yakalayınca da “rezil olmaktan, rezil
edilmekten” bahsediyor. Oysaki babasının kazdığı kuyu için yardım aldığı
ve köylünün bedavaya çalıştırdığı deliye
bile hakkını verdiğini biliyoruz. Evet, babanın at yarışı alışkanlığı kumar bağımlılığına
doğru gitmektedir; fakat yine de iyilik ve paylaşım konusundaki saflığıyla,
hümanizmiyle kendini aşabilecek potansiyeli ve gücü vardır.
“Zaman
dediğin sessiz bir testere”
Sinan’la
annesi, babası üzerine konuşurken, birden konuşma bir
yarılmaya uğrar, “diyalog”laşır. Asuman,
oğlunun babası ile ilgili aşağılamalarına karşı İdris öğretmeni savunmaya
geçer. Asuman, İdris öğretmenin geçmişteki saygınlığını ve heveslerini hatırlar
fotoğraflara bakarken. “Biz senin için hiçbir şey yapmadık mı
yani?” diyerek Sinan’ı nankörlükle suçlar. Sinan’ı üniversiteye gönderenin
de İdris öğretmen olduğunu anlarız. “Bir istediğinizi iki etmezdi”, “bir kere
bile vurmadı size” diyerek İdris öğretmenin yumuşak, sevecen, paylaşımcı
tarafının altını çizer. Sinan ise bugünkü çilekeş yaşamlarını hatırlatır. Sinan
geleceğin ve bugünün baskısı altında ezilirken, Asuman bugünün baskısını
geçmişten destek alarak göğüsler. Gelecek için ise İdris’in emeklilik ikramiyesi vardır.
Victor. E. Frankl logoterapinin zamanla ilgili
anlayışını anlatırken, varoluşçuluğun geçmiş ve gelecekten öte bugüne
bakmasının aksine, logoterapinin asıl sahip çıktığının geçmiş olduğunu söyler.
Kum saatinin üst kısmındaki kumların geleceği, ortadaki dar boğazdan geçen
kumların bugünü ve alt kısmında
biriken kumların da geçmişi temsil ettiğini söyler.[14] Denemenin
devamında aşağıda vereceğim uzun alıntı anne ile oğlu arasındaki çatışmaya
logoterapinin bakışını daha iyi anlatacaktır. Sonraki sahnelerden birinde,
Asuman’ın “bugünkü aklımla olsa yine babanı seçerim” tutumundaki iradeyi de
anlamamıza yardımı olacaktır:
“Yaşamın
yadsınmaz geçiciliği konusunda logoterapi, bunun gerçekte sadece bir anlamı
gerçekleştirme olasılıkları, anlamlı bir yoldan yaratma, yaşama ve acı çekme
fırsatları için geçerli olduğunu savunur. Bu olasılıklar bir kere gerçekleştikten
sonra geçici olmaktan çıkar, çünkü geçmiştir, geçmişte kalmıştır, yani bir
anlamda hâlâ vardır, yani geçmişin bir parçası olarak vardır. Hiç bir şey
bunları değiştiremez, olmamış kılamaz. Bir olasılık gerçekliğe dönüştükten
sonra, "sonsuza kadar" böyle kalacak demektir.
Bu noktada
logoterapinin, varoluşçuluğun "bugünün kötümserliğinin" karşısına
"geçmişin iyimserliğini" nasıl koyduğunu görebiliriz. Bir keresinde
aradaki farkı şu benzetmeyle dile getirmiştim: "Kötümser kişi, her gün bir
yaprak kopardığı duvar takviminin her geçen günle daha da inceldiğini korku ve
hüzünle gözleyen bir adama benzer. Öte yandan yaşamın sorunlarıyla aktif bir
mücadele içinde olan kişi, takviminden her gün bir yaprak koparan, ama yaprakların
arkasına günlük notlar alarak öncekileriyle birlikte dosyalayan bir adama
benzer. Böylece bu notlardaki zenginliği, dolu dolu yaşanmış olan bir yaşamı
gurur ve sevinçle düşünebilir. Yaşlandığını fark etmesi neyi değiştirir?
Gördüğü genç insanlara imrenmesi veya kendi kayıp gençliğinin nostaljisine
kapılması için bir neden var mı? Genç bir insana neden imrensin ki? Genç insana
açık olasılıklar, onu bekleyen gelecek için mi? "Hayır, teşekkürler"
diye düşünecektir. "Olasılık yerine benim de geçmişimdeki gerçeklik var,
sadece yapılan işlerin ve yaşanan aşkların değil, cesurca göğüslenen acıların
gerçekliği. İmrenme uyandırmasa da en çok gurur duyduğum da bu acılardır."
Öte yandan
gençler de, genç yönelimli bir toplumun yaşlılara yönelik evrensel aşağılayıcı
tutumuyla kirlenmemelidir. Aksi takdirde, gençler, yaşlanacak kadar şanslı
olurlarsa, yaşlılara yönelik aşağılamanın, kendini aşağılamaya dönüştüğünü
mutlaka göreceklerdir.”
Apartmanda taşımacıların yardım istemesi sırasında, Sinan’ın
kitapçıya “okuttuğu” kutsal kitabın parasından üç yüz liranın kaybolması ya da
çalınması sonrasında yaşananlar da Sinan ile babası arasında ahlâk üzerine
“diyalog”un parçası oluyor. İdris öğretmenin “para için kalp kırmaya değer mi”
tepkisine karşı Sinan’ın verebileceği bir cevap yok. Paranın kaybolması
sahnesinde yine sahneye esinti ve rüzgâr çıkıyor. Filmin leitmotivleri
rüzgâr/esinti ve Bach’ın eserinin duyulması dersek yanlış olmaz sanırım. Babanın
otoritesizliği bu aile içi tartışmada da net olarak görünüyor. Kızının “çok
komik di mi baba, çok komik” demesi İdris’in yerli yersiz gülmesinin bir daha
altını çiziyor. Sinan’ın öfkesi iyice
görünür oluyor bu sahnede. Kız kardeşi ve babasının, yazdığı ve bastırmak
istediği kitaptan haberi olmadığını da öğreniyoruz; annesinin haberi vardır, o
da pek önemsemiyor gibidir.
“Bugün
öğrendiğin yarın işe yaramıyor”
Sinan daha önce, belediye başkanının
yönlendirmesiyle gittiği kumcu İlhami’nin ofisinde kitabı için destek
aramaktadır. Yine klişe bazı konular konuşulur. İlhami piyasanın
acımasızlığını, hayatta kalmak için değişime ayak uydurmanın önemini,
deneyimlerinden yola çıkarak Sinan’a karşı salvolar biçiminde kullanır. Üniversite
mezunu arkadaşlarının çaresizliklerinden, onun gibilere olan muhtaçlıklarından
bahseder. Destek yerine yine nasihat alır Sinan. “Akışkan Modernite”nin
kıvraklığını İlhami üzerinde de görebiliyoruz.
Bauman ve benzer şekilde çağımızın iklimini anlamaya çalışan
ve eleştiren düşünürler, makineleşmenin, otomasyonun gittikçe yaygınlaştığı
günümüzde, “eğitimli” insana olan ihtiyacın azaldığını vurguluyorlar. İnsan
değil operatördür aranan artık. Bauman güvencesizliği, işsizliği ve güvenlik
ihtiyacını vurgularken, kamusal alanın bireyselleşerek bu tür talepler için
muhatabın kalmadığını söylüyor.
“Bugün öğrendiğin yarın işe yaramıyor” diyen İlhami ile “Dün
dündür, bugün bugündür” demekten vazgeçip “Dünün güneşiyle bugünün çamaşırları
kurutulmaz” diyen Demirel’in söylemini, mevcut iktidarın her gün değişen iç ve
dış politika manevralarında, koalisyonlarında görebiliyoruz. “Değişim” kelimesi
neoliberal savrulmayla barışık muhafazakârlarının da ağzından düşmeyen bir
sakızdır artık; kişiliksiz tavırların akılcılaştırılmasının en önemli aracıdır. Belki de ben bu yazıyı yazarken, yaşanan
krizden dolayı, İlhami kum işini bırakmış gıda veya sağlık sektörüne geçmiştir…
Oysaki, filmde de gördüğümüz gibi değişimin bir de “hız”ı
vardır. Üç kuşak bir aradadır, fakat armut dibine düşmüyordur; miras ahlat gibi
aktarılıyordur artık. 80’leri yaşamış dedeler(12 Eylül ve Özallı yıllar),
90’ları yaşamış baba (Sovyetlerin dağılması, OHAL’li yıllar ve AB süreci) ve milenyum çocukları (11 Eylül, Irak işgali,
uzun süreli AKP iktidarı, Gezi, 15 Temmuz, IŞİD, OHAL’li yıllar, AB sürecinin
sönmesi). Tüm bu hızlı değişimler içinde yaşanan ekonomik krizler ve fırsatlar…
Filmde ülkenin, dünyanın ve çağın ikliminde önemli etkisi olan göçmenleri,
mültecileri göremiyoruz. Taşra bu anlamda yabancı ile daha az temas ederek eksikliği
çok vurgulanan “güvenlik” sorununu ve ihtiyacını birebir yaşamıyor görünüyor.
İnsanların da birbirlerine ayıracak zamanları olduğunu görüyoruz. Belki de üç
kuşağı bir arada tutan ya da getiren gücü buralarda arayabiliriz. Taşra
dünyanın ve ülkenin değişiminden büyük ölçüde etkileniyor; fakat, taşranın
izolasyonu ve kökleri hâlâ, yabancı olmayanlar için yaşam üçgeni işlevini
sürdürüyor.
“Senin
iyilik anlayışın ne?”
Evdeki para “çalınması” olayından sonra, İdris
öğretmenin Sinan’a karşı tavrında bir değişiklik görürüz. Bir şeyleri
umursadığını görmediğimiz baba, oğlunun bu olay karşısındaki tavrına karşı
tepkilidir, belki de baba olarak oğluna aktardığı ahlâk anlayışının
sorumluluğunu hissetmektedir. Sinan anneannesinin evlerine giderken babanın dış
avlu kapısını onardığını gördüğünde ve yardım istediğinde babasını her zaman
olduğu gibi iğneler. İdris öğretmenin kumar sorunundan dolayı kaybettiği
itibarının telafisi olarak kapıyı onardığını söyler ve eleştirir. İdris
öğretmen, film boyunca alışık olmadığımız bir şekilde, oğlunun iyilik ve ahlâk
anlayışını sorgular, “Sırf iyilik olsun
diye yapılamaz mı?” diyerek Sinan’ı sıkıştırır. Bu arada Sinan bastıracağı
kitabın masrafları için ihtiyarların evinin zulalarını kontrol etmektedir,
tıpkı bir kumarbaz ya da bağımlı gibi. Sinan babasının onardığı kapının
sövesine yaslanıp düşünürken yine Bach’ın müziğini duyarız, yine Sinan’ın
içinde bir “diyalog”, yarılma olduğunu hissederiz. Vicdanıyla baş başadır ve
halledebiliyorsa her şey mübahtır. Köyün tepelerinde tek başına yürümektedir Sinan.
Tepede emekli imam dedesinin, köyün imamının ricasını kıramadığı için, okuduğu
ezanı duyar. Tüm köye yukarıdan bakmaktadır.
Köye, babasının kazdığı kuyunun yanına geri
döndüğünde, babasını ahlat ağacının altında hareketsiz görür. Ağacın üstünde
bir ip sallanmaktadır. Babasının intihar ettiğini düşünen Sinan, sağına soluna
bakar, uzaktan baktığı ağacın yanına gitmeyerek geri dönmeye karar verir. Yine
rüzgâr esintisinin sesini duyarız. Duygularını akılcılaştırarak yoluna devam
eden Sinan, bu sefer devam edemez; duyguları onu nefessiz bırakmıştır; geri
döner ve toprak ve karıncalarla hemhal olmuş babasının yorgunluktan
uyuyakaldığını anlar. Huzurla uyumaktadır İdris öğretmen. Doğa ona iyi
gelmektedir, doğada olduğu süre boyunca at yarışlarına olan ilgisinin de
kaybolduğunu görürüz. Toprakla,
hayvanlarla uğraşmak emeklilik hayalidir. Köpeğini çok sevmektedir ve av için
isteyenler olsa bile, tüm parasızlığına rağmen, “milyonlar” verseler vermez.
Küçükken kundakta İdris’i ağaç altında unutmuşlar; ağzı yüzü karıncalarla
dolmuş, İdris’in babası belki de bu olaydan dolayı oğlunun böyle olduğunu
düşünmektedir. Romantik, neşeli, şakacı, doğayı seven ve çalışkan İdris,
idealist olarak başladığı köy öğretmenliğinden bu “itibarsız” yaşama doğru
savrulmuştur. Çağın sorumlulukları ağır gelmektedir, doğanın sorumluluklarını
göğüslemeye ise gönüllüdür İdris öğretmen. Sisifos gibi, “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini
doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”
Babası burada Sinan’ın ahlâk anlayışını tekrar iğnelemeye
başlar. “Kolombo” diyerek, Sinan’ın çalınan paranın peşinde, olayı çözmek için
takındığı tavırla dalga geçer. Cebinde beş kuruş yokken yaptığı harcamaları
sayar ve Sinan’ı iyice sıkıştırır. Sinan’ın dedektif gibi çalışan şüpheci
aklıyla alay ederken, oğlunun bireyselliğinin ve bencilliğinin altını
çizmektedir. Kendi usulünce ahlâk dersi vermektedir. Tek bir tokat bile atmayan
İdris Öğretmenin oğlunda gördüğü eksiğe işaret etme yöntemi, oğlunun alaycılığının
kökenine de işaret ediyordur belki.
"Bir sarayda başka türlü düşünülür, bir
kulübede başka türlü”
Sinan babasından ayrıldıktan sonra, yolda dedesine iki çeyrek altın borçlu olan
köyün imamı Veysel Hoca ve
komşu köyün imamı Nazmi Hoca ile karşılaşır.
Sinan bir ağaca çıkmış izinsiz elma koparan Veysel Hocayı gizlice taşlayarak
yanlarına gelir ve sözleriyle taşlamaya devam eder. Filmin yine uzun yürüyüş
sahnelerinden biridir. Veysel Hoca konformist bir portre çizerken, Nazmi Hoca
sorgulamaya daha açık bir imam portresi çizmektedir. Sinan konuşmanın bir yerinde konuyu
düğünde takılan altınlar bahsine getirip Hoca'nın dedesine olan iki çeyrek
altın borcunu hatırlatmak istese de başaramaz. Nazmi
Hoca burada sahabelerden Ebu Zer’in ismini anarak din ve ahlâk üzerinden
yürüyecek uzun yolculuğu başlatmış olur. Veysel Hoca “yurtta öğrenci değilsin, köyde imamsın” diyerek imam hatipten
arkadaşının itirazını bastırır. Sinan’ın
da Ebu Zer’i biliyor olmasına Nazmi Hoca şaşırır. Rivayete göre İslam
peygamberi Muhammed, Ebu Zer için “O, yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız
başına diriltilecektir" demiş. Taşralı yazarın “mutlak yalnızlık”
çığlığına kayıtsız kalmayan Sinan’ın Ebu Zer’i de bilmesi yerindedir. Ali
Şeriati’nin Ebu Zer’e özel bir önem verdiğini ve “Ebuzer” adında bir kitabı
olduğunu bilirsek, buradaki “diyalog”un asıl fayını da görebiliriz.
Yapılan cami inşaatı konusunda konuşurlarken Veysel Hoca, “Sarayda da kılınsa kulübede de kılınsa;
namaz namaz, ibadet ibadettir” der. Diyalektik materyalist düşünürler
Engels ve Marx’ın da atıfta bulundukları, Feuerbach’ın ünlü “Bir sarayda başka türlü düşünülür, bir
kulübede başka türlü" sözünü hatırlatmaktadır. Bu güçlü sözün bağlamı
Feuerbach’ta şöyledir: "Eğer açlık, yoksulluk yüzünden bedeninde besleyici
bir şey yoksa, kafanda, usunda, kalbinde de ahlâk için besleyici bir şey
yoktur." (Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, F. Engels)
İki imam arasındaki “akıl” ve “nakil” diyaloğu Veysel Hocanın bastırmasıyla
Nazmi Hocanın sesi azalır. Ebu Zer’in
Ali Şeriati tarafından altı çizilen görüşleri de Feuerbach’ı destekler
yöndedir.[15] “Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse,
din başka bir kapıdan çıkıp gider!” diyen Ebu Zer kendi yaşamıyla kendi
görüşünü aşmıştır. Logoterapinin cesaretle hatırlattığı bir seçimdir bu:
“Sayıları az olabilir, ama bu bile, bir insandan bir şeyin dışında her şeyin
alınabileceğini yeterince gösterir: İnsan özgürlüklerinin sonuncusu; yani,
belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu
seçmesi.”[16] Burada
“İnsan neyle yaşar?” sorusunun peşinden gidersek, Brecht’in cevabı[17] ve
Tolstoy’un hikâyesinin[18] yine
bir diyalog yarattığını görürüz. Logoterapi “insanın anlam arayışının”,
yoksullukta ve zenginlikte, altını önemle ve ısrarla çizer: “insan sadece refahla yaşamaz.”
Sinan, yürüyüşün devamında, Veysel Hoca ile ahlâkın kökenini
tartışırlarken, konu ateist ülkelerdeki suç oranlarının düşüklüğüne gelir.
Veysel Hocanın cevabı hazırdır: “orada da intihar oranları yüksek, adam suç
işlemiyor ama mutlu da olamıyor, hangisini tercih edersin” Kırmızı hap mı mavi
hap mı? 2003 yılında Fatih Özgüven’in Nuri Bilge Ceylan’la “Uzak” filminden
sonra yaptığı röportajda şöyle bir bölüm var:
“(…)FÖ: Ama bu dini inanç olmayabilir,
toprağa inanç da olabilir. Toprakla arasındaki ilişkiye de bağlı bir şey
olabilir.
NBC: Karaktere de bağlı olabilir. Şimdi herkes belli bir yaşa
geldikten sonra bu ilişkiyi kolaylaştırmaya çalışıyor zaten. Ölümü kabullenmeye
çalışıyor. Bazısı bunu daha iyi başarıyor bazısı başaramıyor. Ama sonuçta
herkes kabulleniyor. 70 yaşına gelen hiç kimse aman öleceğim diye paniğe
kapılmıyor. Hatta daha da barışık hale geldiğini görüyoruz yaşlandıkça. 80
yaşındaki bir insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yine amaçlarının peşinde
koşuyor.
FÖ: Taşralılık kentlilik mevzunun daha metafizik bir alana
taşımak için bunu soruyorum biraz da.
NBC: Nietzsche'nin bir sözü var. İnanç doğruyu bilmeme isteğidir. Muhakkak ki kentli insan; tabi
bir de entelektüel ve çok soru soran bir insan ise, muhakkak ki ölümle
barışması daha zor. Neden sorusunu kaldıracak bir şey değil, cevabı yok çünkü.
Dolayısıyla ancak soru sormayan ve bunu bir tevekkülle, belli bir içkin bir
yapıyla içselleştirebilecek bir insan bunu doğal karşılayabilir.
FÖ: Toprakla daha bağlantılı olmak daha bağlantısının kuvvetli
olması insanın sorularını daha azaltan bir şey midir? Sanki öyle diyor muşsun?
NBC: Bence öyle. Geçenlerde Mehmet Emin’in ve ondan kısa bir
süre önce de teyzemin ölümü nedeniyle Yenice’de iki cenaze törenine katıldım.
Ve bu tarz törenlerde artık gelenekselleşmiş birtakım ritüellerin aslında ne
kadar önemli olduğunu fark ettim. Akrabaların komşuların herkesin hemen
biraraya gelip, görevleri üstlenmeleri, birbiri arkasından gelen o ritüeller
toplamının içinden geçmek gerçekten insana bir teselli oluyor. Yoksa başka
hangi rasyonel düşünce o durumda insanın acısını hafifletebilir ki. Bence
taşra, hayatın metafizik meselelerine karşı daha doğal çözümler üretiyor.(…)”[19]
Yönetmenin bu röportajda söylediklerinin hâlâ peşinde
olduğunu görüyoruz, Sinan, imamlara yaptığı hakikat mi inanç mı tartışmasının
sonunu şöyle bağlar: “İnanç doğruyu
bilmeme isteğidir, sözünün doğruluğunu da ispat etmiş oluyorsun, öyle
olmuyor mu?” Yönetmenin bu geçmiş söyleminden, İdris Öğretmenin toprağa olan
bağlılığının köklerini de okuyabiliyoruz. Heidegger’in kulübesinden İdris
öğretmenin kulübesine doğru varoluşçu bir çizgi çizersek eğer yanılmayız
sanırım. Nuri Bilge Ceylan aynı röportajın devamında, “Babam köylü olmayı değil köyde yaşamayı seçmiş biri. Köylülere, ya da
kasabalılara da hiç benzemeyen biri. Rasyonel düşünceye önem verişiyle, dini
inançlarının zayıflığıyla, kahveye gitmeyişiyle, bilgiye ve okumaya aşırı
düşkünlüğüyle ve özellikle de yeteneklerini pazarlamayışıyla…” diyerek
İdris öğretmen ile Ceylan’ın babası arasında da bir çizgi çizebilmemize olanak
sağlıyor. Veysel Hocayı oynayan senaryo ekibindeki Akın Aksu’nun babasına doğru bu çizgiyi uzatabiliyoruz. Yönetmen Hatice ile Sinan’ın karşılaştığı
sahneyle nasıl ki Sinan’ı “Bilmeye cüret ediyorsun; eyleme de cüret et” diye
sıkıştırırken, bu sahnede de yasak elmayı ziftlenen imam(lar)a “Eyleme cüret ediyorsun; bilmeye de cüret
et” diye sıkıştırıyor.
Haber Türk ya da CNN Türk ekranlarında yapılması muhtemel,
ilahiyatçıların da olduğu bir tartışmanın daha samimi olanını izler gibiyiz bu uzun
yürüyüşte; belki de öyle bir tartışmanın kulisindeyizdir. Köyün kahvesine geldiklerinde, İdris
Öğretmenin tuttuğu arabayla eve dönerken, müstehzi bir gülümsemeyle
kahvedekileri ve Sinan’ı selamladığını görüyoruz.
"Hayatın saçmalığına karşı bir tür başkaldırı”
Veysel Hocanın, İdris Öğretmenin
durumunu masaya getirmesini Sinan bir saldırı olarak alır ve babasını savunur:
“Hayatın saçmalığına karşı bir tür başkaldırı onunkisi, esasında”
Buradan da Camus’nün saçma (absürt) kavramına doğru çizgi çizerek, derinleşmek
mümkün gözüküyor. Fakat çok uzayan bu yazı için buraya işaret etmekle
yetinelim. Sinan’ın aslında babasını bu varoluşçu zeminde anladığını
görebiliyoruz. Daha çok ekonomik ve sosyal alanda babasının bu haliyle sorunlar
ve hayal kırıklıkları yaşıyor gibidir. Kader, insanların istekleri, teknoloji,
özgür irade üzerine vs üzerine konuşmanın sonlarına doğru, “Kimsenin hakikatini
bulmak istediği yok”, “Herkes kendinin götünü kurtarma derdinde, realitesinden
kaçmak istiyor” diyen Veysel Hoca konuşmayı sonlandırmak isterken, Sinan’ın son
salvoları yine can yakıcıdır; son tahlilde, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.”
Veysel Hoca “kalpsiz bir dünyada” dinin afyon[20] tarafına işaret ederken,
Sinan şeytan taşlayan hacının taş yerine iphone’nunu atmasını anlatarak, “din
toplumun iphone’udur(ayfonudur)”
demeye getirir ☺
Bach’ın müziği eşliğinde Sinan, babasının sadakat ve
sevgiyle bağlı olduğu av köpeğini satar. Kitabını bastırmıştır ve sırtındaki
çantanın içi yeni basılan kitabının kopyalarıyla doludur. Okulun koridorundan geçerek babasının
sınıfının önünde bir nüshayı çantadan çıkarır, eline alır ve içeri girer.
Babasının şüpheli hareketlerinden at yarışı kuponu doldurduğunu düşünerek
kitabı vermekten vazgeçer. Evde elektrikler kesiktir, alacağı ek ders ücreti
ile elektriği açtırması gerektiğini hatırlatan annesinin mesajını iletmekle
yetinir. Para yok der babası, zaten neşesi de yoktur İdris öğretmenin, yerli
yersiz gülmeleri kaybolmuştur artık…
"En son söylenecek lafı en baştan
söylüyorsun küt diye”
Sinan kitap dolu çanta ile eve yollanır. Annesi
birazdan yanına gelir. Dağınık ve küçük odasının çoğu kitaplara ayrılmıştır.
Babasıyla yaşadıklarını anlatır annesine. Yine konu dönüp dolaşır ve Sinan’ın
“madem böyle bir adama kaçtın, sonuçlarına katlanırsın” eleştirisine gelir;
çünkü annesi Sinan’ı sıkıştırmıştır. Babasının elinden parayı neden almadığını
sorar “erkek değil misin, bostan korkuluğu musun?” diye üstüne gitmiştir.
Sinan’ın oturduğu koltuk ve annesinin oturduğu divan terapik bir düzeni
hatırlatıyor. “Hiç mi derdimizi
anlatamayacağız” diyen anne oğluyla ilgili tespitini usulca araya
yerleştiriyor "En son söylenecek lafı en baştan söylüyorsun küt diye.”
Anne ve oğul karşılıklı bir
aktarım içindedir zaman zaman. Sinan bastırdığı kitaplardan birini sevgili
annesi için imzalar: “Her şey senin sayende ve yalnızca senin için…”
Annesi duygusallaşır, ağlar ve katarsis anı
yaşar. Çevresinde normal değil diyenlere, deli imalarında bulunanlara
inanmadığını, oğlunun özel bir çocuk olduğunu ve bir şeyleri başaracağını
bildiğini söyler. Konu yine İdris öğretmene gelir, Sinan babası için “işe
yaramaz” der. Annesi konuyu Sinan’ın geleceği ve evliliğe
getirir, kız arkadaş durumunu sorar. “Köylüyüm,
fakirim, işsizim” diyerek kız arkadaşının olmadığını söyler. Köylüyüm diyerek
köyden birisiyle evlenme niyeti olmadığınının ipucunu verir. Asuman tekrar babasının kendisini nasıl
etkilediğini söyler. “Herkes paradan puldan söz ederken, o toprağın kokusundan,
kuzulardan, çayırların renginden filan bahsediyordu” derken geçmişe tekrar
uzandığını gözlerinden görebiliyoruz. Gene de, geriye dönse, şimdiki aklıyla on
altı yaşında bir seçme şansı daha verilse gene aynı seçimi yapacağından emindir
Asuman. “Saçma belki ama gene
evlenirdim” diyen Asuman’ın dünyasına logoterapinin “geçmiş” anlayışından
bir cevap bulmuştuk yukarıda. Yaşamın yadsınamaz geçiciliği karşısında geçmişin
anlamı kalıcıdır, hiçbir şey bunları değiştiremez, diyor Frankl.
Asuman’ın duyguları karşısında Sinan kadınların
duygusallıklarını eleştirir; hepiniz aynısınız, delisiniz der. Sevgi ve duyguya
olan kapalılığını akılcılaştırırken buluyoruz Sinan’ı yine. İnsanları
sevmediğini, sevemediğini, katlanamadığını söyleyen Sinan, “İnsanları sevmeyen biri de nasıl yazar olabilecekse artık” demeyi
de ihmal etmiyor. Karşılıklı terapi seansı böylece sonlanıyor. Köylü bir
kadınla evlenemeyeceğini bahane eden Sinan’ın asıl derdini itiraf ettiğini
görmüş oluruz böylece. Sinan’ın göz temassızlıkları, elini ayağını nereye
koyacağını bilemeyen tavrı da eklenince, (anti)kahramanımızı biraz daha
anlıyoruz, anlayışlı olma kapısı açılmış oluyor. Sinan da belki annesine ve
babasına doğru bir anlayış geliştiriyordur.
Babası gece eve döndüğünde anlarız ki; sınıfta
Sinan’dan sakladığı şey at yarışı kuponu değil, kaybolan köpeği için çizdiği
kayıp ilanıdır. Asuman’ın “şu yaşımda el âlemin çocuklarına bakmaya gidiyorum”
serzenişine karşı İdris öğretmenin “n’olmuş ben de yirmi beş yıldır bakıyorum”
diyerek karşılık vermesi de İdris’in, köpeğinin kaybolmasından sonraki, yeni
neşesiz ve karşılık veren tutumuna uygun duruyor. “Emekli ikramiyesinin (tek
umudu) başına bir şey gelmesinden korkan”
Asuman’dan, sınıfta at yarışı oynadığını Sinan’ın annesine yetiştirdiğini
öğrenir. Babası yine Sinan’a ahlâk dersi vermek için odasına gider ve
“müzevirciliğini” yüzüne vurur. İftira attığını söyleyerek hazırladığı kayıp
ilanını buruşturup Sinan’a doğru fırlatır. “Her
şey oyun, alın oynayın” der ve çıkar gider. Bu sefer anne koltukta, Sinan
divanda uzanmıştır. Annesi, köpeği kayboldu diye İdris’in kâbuslar gördüğünü,
gece kalkıp nasıl ağladığını anlatır. Annesi köpeğe bu kadar üzülen İdris’in
kendilerine bu kadar üzülmeyeceğini söyleyerek hem üzüldüğünü hem de sinir
olduğunu söyler. “Dünyada onu suçlamayan
tek canlı” olarak anlatması Sinan’ın komiğine gider. Mum ışığı altında
devam eden terapik muhabbet, pencereden görünen karın başlamasıyla sonlanır ve
müziği duyarız yine. Baba dışarıdadır, sadık dostunu aramaktadır ve Sinan derin
bir iç çeker…
Film boyunca müziği duyduğumuzda Sinan’ın içinde
bir şeyin değiştiğini anlarız; rüzgâr, yağmur, kar ve sis de bir şeylerin
habercisidir. Babanın duygusallığı, sevgi doluluğu, ağlaması ve (kumar sorununa
rağmen) ahlâksal üstünlüğü, annenin bir daha olsa yine babanı seçerdim demesi,
Sinan’ın babaya olan bakışındaki dönüşümün başlangıcıdır.
Sarayda
başka düş görülür, kulübede başka düş
Sinan’ı aniden askerde görürüz ve yine,
mezuniyet dönüşü gibi, yalnız olarak evinde döner; yine kimseye haber vermemiş
gibidir. Kitabını bastırmış, askerliğini yapmıştır. Arzusu gerçekleşmiş ve
korkusuyla da yüzleşmiştir. Annesi ve kız kardeşi kitabı okumamıştır. Babası
emekli olmuş, ikramiyeyi almış, borcu harcı kapatıp doğaya, tek başına köye
dönmüştür. İdris öğretmen aileye karşı son görevini yapmış ve onları
rahatlatmıştır; yüzlerine, konuşmalarına ve tavırlarına yansımıştır bu rahatlık.
Sinan, İdris’in dedesinin tek göz odasında kaldığını öğrenince, “baba-oğul sevgi çemberini oluştururlar”
diye ironi yaparken bile duygularını ele vermektedir artık. Kitapçıya gider ve bastırdığı kitabın tek bir
tane bile satılmadığını öğrenir. Babasının kuyusu gibi, Sinan’ın kuyusunda da
su yoktur. Babasının yerli yersiz gülüşlerinin kaybolması gibi, Sinan’ın da
artık daha rahat göz teması kurabildiğini, hareketlerinin daha rahatladığını
fark edebiliyoruz; duygularını da ele veriyordur artık, onlarla ne yapacağını
bilemese bile. Hayal kırıklığı ile kitapçıdan çıkarken, bölgenin ünlü yazarı
Süleyman’ın yeni çıkan “İda’nın Kayıp
Çocukları” kitabının kocaman afişine bakar. Duyguları yüzüne yansıdıkça
alaycı bakış ve tavırları da azalmıştır sanki.
Annesinin evinde gördüğü rüyada, babasının sadık dostu köpeğin peşinden koşarken, köpeğin suya atlamasıyla
Sinan köpeğin peşini bırakır. Suçluluğun üstesinden gelinmiştir sanki.
Sinan’ın yapacak bir şeyi kalmamıştır ve köye,
babasının yanına gider. Müzik ve sis de bu yolculuğa eşlik eder. Dedesinin
mahzeninde İdris yoktur. Bir soba, yatak, masa ve sandalye karşılar Sinan’ı.
“Mutlak yalnızlık” için müsaittir oda, kitaplar yerine doğayla baş başadır
İdris öğretmen. Cep telefonunu bile masada bırakmıştır. Cüzdanı da masadadır. İdris’in cüzdanına bakan Sinan, babasının
gençlik fotoğrafına odaklanır.
Para yoktur cüzdanda. Kimliğin altındaki gazete kupürü Sinan’ın aralanan
duygusal kapısını iyice açar; yerel bir
gazeteden kesilmiş “Ahlat Ağacı”
kitabı ile ilgili haberin kupürüdür bu. İdris Karasu oğlu Sinan Karasu’nun
kitabıyla ilgili kupürü cüzdanında taşımaktadır, kimliğinin arkasında. Şaşırır
ve ağlamaklı olur. Öfkeye dönüşmez duygusu. Dedesinin mahzenindeki babasının
yatağında uyuklarken düş görür.
Dedesinin anlattığı gibi; tarlada çalışırlarken, İdris bebeği bir iple
ahlat ağacının dalına bağlayarak uyutmuşlardır, unutmuşlardır. Karıncalar yüzünü gözünü sarmıştır, İdris
bebek uyumaya devam ediyordur. Yine rüzgâr esintisi yaprakları
hışırdatmaktadır. İdris öğretmenin suyun varlığının işareti olarak gördüğü
kurbağa sesiyle Sinan rüyasından uyanır. Babası hâlâ dönmemiştir, kuyunun ve
ahlat ağacının olduğu yere bakmaya gider.
Gittiği yerde bir çoban kulübesi, koyunlar ve havlayan bir
çoban köpeği karşılar Sinan'ı. Babası kulübeden
çıkar, köpeği “oğlum sus” diye susturur. Hoş geldin der baba ve yine
sarılmazlar birbirlerine. Sinan’ın teklifiyle saman balyalarını beraber
taşırlar. Samanla zaman muhabbeti birbirine karışır. Taşraya kış iyice
gelmiştir. Soğuk ve kar egemendir. Doğayla mücadele ve işbirliği İdris
öğretmeni yalnızlığı içinde bilgeleştirmiştir. Gönülden çalışmak kolaydır onun
için. Platonov’un Çevengur romanında betimlediği, “ekmek ve refahla değil, şuursuz ümitle
yaşayan”[21]
serçeleri hatırladım bu sahnede.
Kuyudan umudunu kesen baba, köylünün haklı
olduğunu söyleyerek, “vaktinde firar
zaferdir” diyerek teselli buluyor. “Askerlik de bitti, ne yapacaksın?” diye
soran babasına, ya öğretmen ya da alakasız bir işe girip her şekilde gençliğini
yakacağını söyler Sinan. Söz sırası babasına geldiğinde zamanla ilgili bilgece
soyutlamalarını sıralar, “…unutuşun da
bir cazibesi var, insan biraz da zamanın içinde süzülmeli… Zamana bir çentik
atmalı” diyerek sözü Sinan’ın kitabına getirir. Sinan babasının kitabını
okumuş olmasına şaşırır: “İlk defa kitabı okumuş biriyle karşılaşıyorum da”
der. Telefonunu, cüzdanını mahzende bırakan İdris öğretmen, oğlunun kitabını
daha çok zaman geçirdiği buradaki çoban kulübesine getirmiştir, kitabı
göstererek “En iyi arkadaşım bu benim
ya” der.
Ahlat
Ağacı
“Ahlat Ağacı bölümünü okudun mu?” diye sorar
babasına, tabii ki okumuştur İdris öğretmen. Babasının köy öğretmeniyken
müfredat dışı anlattığı bir hikâyeden yola çıkarak yazmıştır o bölümü. Sinan’ın
edebiyat serüveninin çekirdeğine ulaşırız böylece (Girişteki açılıma dönersek: “…öykü yoluyla kavramak demek olan mitos (mit, mitoloji, öykü ve belki
de edebiyat buradan doğar)…”). Annesi için kitabı imzalarken yazdığı
mesajın bir alıcısı daha vardır; “Her şey senin sayende ve yalnızca senin
için…” baba; arzu ötekinin arzusudur.
Dedesini, babasını ve kendisini ahlat ağacına benzeten Sinan, “uyumsuz”
kelimesini kullanır. Dipnotta detayı verilen, Tahsin Yücel’in uyumsuz sözcüğüne
yüklediği anlamı tekrar hatırlayalım: “…insan ya da düşünce sözcüklerinin
sıfatı olduğu zaman, insan açısından evrenin mantığa aykırılığını,
tutarsızlığını anlamış, her şeyi olduğu gibi gören, bilinçli insan ya da
düşünceyi belirtir.” Sinik, “uyumsuz”
bir söylemle tanıdığımız Sinan; söylemden çok yaşam şekliyle, kinik (etimolojik
kökeni köpekten gelmektedir) bir yaşam
deneyimleyen babasıyla girdiği diyalogla, logoterapinin de cesaretlendirdiği
bir karşılaşım sonucu (“Gerçek
karşılaşma, logos'a açık olan, tarafların logos'a doğru kendilerini aşmasını
mümkün kılan ve hatta bu tür karşılıklı kendini aşmayı özendiren bir
ortak-varoluş modudur.” ), “yaşam
kültürü üzerine sayıklamalar, kendi üzerine kitlenmiş oyuncaklı bir
meta-roman”ın kilidini açar. “Ethos,
logos, pathos ve mitos” Sinan’da köklenmeye başlamıştır. Sonbaharda
başlayan film kışı bitirmek üzeredir; babası hikâye anlatmaya devam eder. Sinan
kuyuda intiharının (Sisifos Söyleni’nin önemli olan tek sorunu[22])
hayalini görür; kendini asarak kendini aşar ve “uyumsuz bir ümitle” eyleme,
kuyuyu kazmaya girişir; bilgiden bilgeliğe doğru derinleşiyordur; ne de olsa
kışın sonu bahardır…
Artan
malzemeden toparlarsak…
Bu yazıda filmi logoterapi ve varoluşçuluk
üzerinden sahne sahne anlamaya daha doğrusu yazmaya çalıştım: “Dünya, büyük
varoluşçu felsefeci Kari Jasper’in söylediği gibi, çözmek zorunda olduğumuz bir
şifreyle yazılan bir kitap değildir: hayır, dünya yazmak zorunda olduğumuz bir
defterdir.”[23]
diyor Frankl. Sinan’ın kendine ve ailesine, ailedekilerin de birbirlerine karşı
anlayışının derinleştiğini söyleyebiliriz. Sevmeyi bilemeyen Sinan için “sevgi
anlayıştır” artık. Babanın doğaya dönüşüyle kumar sorunu kaybolmuştur; yerli
yersiz gülmek yerine, kendiyle bilgece dalga geçmektedir. Tüm ailenin
kendileriyle ve birbirleriyle tatlı tatlı dalga geçtiklerini görürüz sonlara
doğru; iğnelemenin yerini mizah almıştır. Filmde zamanın bolluğu, telaşsızlık
dikkat çekiyor; doğanın döngüleri daha baskın. İnsanların uzun uzun konuşmak ve
yürümek için zamanları var. Sinan’ın umutsuz olduğunu söyleyemeyiz; Camus ’nün
Yabancı’nın girişinde dediği gibi “Çünkü
edebiyat olan her yerde umut vardır." Sisifos Söyleni’nde de, “Düşünmeye
başlamak, için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplumun fazla bir
etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir.
Yürekte aramak gerekir onu.” diyerek “İnsan insanın kurdudur” sözüne
cevap verir.
Filmin rüyalarını yazıya yerleştirirken Ulus Baker’in
“bilinçdışı” kavramına getirdiği Spinozacı eleştirisindeki sesi kulağımdaydı:
“İkinci olarak, psikanaliz “rüyalar yorumu” ile erken zamanlardan beri oldukça
içli dışlı olduğu halde, bize “kendi rüyalarımızı görmemiz” konusunda da
yardımcı değildir. (…)Tehlike divan ile koltuğu birbirinden ayıran mesafeyi
aşarak, dışarıya, toplumsal alanın her düzeyine sıçrayabilir: Deleuze’ün
söyleyeceği gibi “gerçekliğinizi” başkalarının rüyalarına “yakalanmış” olarak
bulabilirsiniz. Oysa şu da ortaya atılabilir: Neden rüya görmek ve fantezi bir
üretim, aktif bir sanatsal “happening”, bir yaratım ve özgürleşme süreci
olmasın? Neden rüya bilinçdışı içeriklerin, “rüya düşünceleri” adı verilen simgeleşme
süreci içinde çarpıtılması olarak anlaşılmak zorunda olsun?(…) Rüyalar “üretilmeli” ve toplumsal siyasal dünyanın
düzeneklerinin içine dâhil edilmelidirler. Hangi rüyada ya da ütopyada,
“çocukluk sanılarının tekrarlanması”ndan çok daha ötelerde ve çok daha fazla
sayıda “toplumsal” dava ve yatırım yoktur ki? Sorun acildir, çünkü rüyaların
kişisel olmaktan çok toplumsal düşlemlere dayandığı türünden bir düşünce (Jung
“kollektif bilinçdışı” ve “arketipler” türünden kavramları aracılığıyla böyle
bir yoruma daha yakındır) bizi zorunlu olarak, Deleuze’ün söylediklerinin de
ötesinde, “başkalarının rüyalarına yakalanmak” felaketinden kurtulabilmek için
“kendi rüyalarımızı üretmeye”davet ediyor.” [24]
Victor E. Frankl “Belirlemecilik ve Hümanizm:
Toptan Belirlemeciliğin Eleştirisi” denemesinde, nedenlerle (cause) sebepleri
(reason) ayırır.[25]
Bu yazı da Sinan’ın yolculuğu izlerken ve işlerken ben de bunu yapmaya
çalıştım; “İyimser olmayan umudun” peşinde…
Veysel B. / Kartal, Aralık 2018
Daha kaç köyden sürülsün insan
adam oluncaya dek?
daha kaç derya dolaşsın martı
bulsam diye bir tünek?
daha kaç toptan atılsın gülle
harp toptan kalkıncaya dek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun
cevabı esen rüzgârda.
daha kaç yıl kök salsın ağaç
bahar açıncaya dek?
daha kaç yıl kök söksün bu halk
yerin bulsun diye hak?
daha kaç aydın ışığı görüp
görmezlikten gelecek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun
cevabı esen rüzgârda.
daha kaç can canından geçecek
cana yetinceye dek?
daha kaç el boş açılsın göğe
göğermedikçe yürek?
daha kaç teller kopsun sazlardan
bu ses duyuluncaya dek?
(Çeviren: Can Yücel)
(Çeviren: Can Yücel)
[1] Lacan'ın “Bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” düsturundan
hareketle, ahlat ağacını bir rüya sembolü olarak ele alsaydık, ahlat->ahlâk
çağrışımını değerlendirebilirdik.
[2] Kolektif Kitap'tan çıkan “Yürümenin Felsefesi” kitabının
tanıtım bülteninden.
[3] “Teorime isim olarak neden “logoterapi” terimini kullandığımı
açıklamama izin verin. Logos “anlam” anlamına gelen Yunanca bir kelimedir.
“Logoterapi” ya da bazı otoritelerce “Üçüncü Viyana Psikoterapi Okulu” olarak
adlandırılan teorinin, insan varoluşunun anlamı kadar, insanın böyle bir anlama
yönelik arayışı üzerinde de odaklaşmaktadır. Logoterapiye göre, kişinin kendi
yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür.
Freudcu psikanalizde merkezi bir öneme sahip haz ilkesine (ya da buna haz
istemi de diyebiliriz) karşıtlık içinde olduğu kadar, Adlerci psikolojinin
dayandığı “üstünlük arayışına (buna üstünlük istemi de diyebiliriz) da karşıt
bir anlam isteminden söz etmemin nedeni işte budur.” İnsanın Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl, Okuyan Us Yayınları
(İngilizceden çeviren Selçuk Budak, 3. Baskı), Syf 112,113
“Kendi adıma, Auschwitz Toplama Kampı’na alındığımda, yayına hazır
olan kitabımın metnine el konmuştu. Kuşkusuz, bu metni tekrar yazmaya yönelik
derin arzum, yaşadığım kampın ağır şartlarında hayatta kalmama yardım etti,
örneğin, Bavaria’daki bir kampta tifüs ateşiyle hasta düşünce, özgürlük gününe
kadar yaşayabildiğim takdirde kitabı tekrar yazabilmek amacıyla, küçük kâğıt
parçalarına sürekli not alıyordum. Bavaria Toplama Kampları’nın karanlık
barakalarının arkasında kaybettiğim kitabı yeniden yazma işinin,
kardiyovasküler çöküş tehlikesinin üstesinden gelmeme yardım ettiğinden
eminim.” İnsanın
Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl, Okuyan Us Yayınları (İngilizceden çeviren
Selçuk Budak, 3. Baskı),
Syf 118
Lacan: “Gerçeklik ve imkânsız, birbirinin karşıtıdır ve bir arada
olamaz. Analiz, özneyi imkânsıza doğru iter, ona dünyayı hakikatte olduğu gibi
değerlendirmeyi telkin eder, yani, düşsel ve herhangi bir anlamdan yoksun
olarak. Öte yandan, gerçeklik, tıpkı doymak bilmeyen bir kuş gibi, rasyonel
şeylerden, anlamlı eylemlerden beslenmekten başka bir iş yapmaz.” ( Emilio Granzotto’nun Jacques Lacan ile Panorama dergisi için
1974’te yaptığı söyleşinin bir bölümünün çevirisinden. Söyleşi, Şubat 2004’te
Magazine Littéraire’in 428’inci sayısında da yayımlanmıştır. Türkçeleştiren:
Banu Barış , birtakimisler.org sitesinden alıntılanmıştır. )
[6] “(...)Dünyanın geniş avlusunda gördüm
Aşk yarımı. Ölümsüz yarımı.
İşte soyunuyorum sana
Bir kadının soyunurken çıkarttığı sesi
Duy. Rüzgâr otlara diz çöktürüyor!
Rüzgâr elledikçe
En koyu yeşilini açıyor otlar.
Aşk yarımı. Ölümsüz yarımı.
İşte soyunuyorum sana
Bir kadının soyunurken çıkarttığı sesi
Duy. Rüzgâr otlara diz çöktürüyor!
Rüzgâr elledikçe
En koyu yeşilini açıyor otlar.
Ah.. odalara sığmaz kadınların çıplaklığı.
Rüzgârdandır kadınlar, savururlar savrulurken(...)”
Yakın zamanda bu dünyadan göçen sevgili Deniz Hayriye Ersöz'ün şiirinden.
Rüzgârdandır kadınlar, savururlar savrulurken(...)”
Yakın zamanda bu dünyadan göçen sevgili Deniz Hayriye Ersöz'ün şiirinden.
, Johann Sebastian Bach, Passacaglia and Fugue in
C minor, BWV 582.
[8] Duyulmayan
Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Viktor. E. Frankl, Totem Yayınları,
Çeviren: Selçuk Budak, 1. Basım, Syf. 66, 67
[9] Akışkan Modernite, Zygmunt Bauman, Can Yayınları, Çeviren:
Sinan Okan Çavuş, 1. Basım
[10] Baba: Popüler Kültürde Baba Figürleri - Özgür ÖĞÜTCEN (İstanbul
Psikomitoloji Çalışma Grubu Seminerleri -7 Eki 2018) https://www.youtube.com/watch?v=5AKZ3iHkmm8
[11] “Bu
çeviride sık sık karşılaşacakları "uyumsuz" sözcüğü okurlara biraz
bulanık gelebileceği için küçük bir açıklama yapmakta yarar var. Bu sözcük, sözlük
anlamı "usa, mantığa uymayan, abes, saçma, boş, anlamsız" olan
"absürde" sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır. Ama Sisifos Söyleni'nde "absürde" sözcüğü bu anlamı aşar, insan ya da
düşünce sözcüklerinin sıfatı olduğu zaman, insan açısından evrenin mantığa
aykırılığını, tutarsızlığını anlamış, her şeyi olduğu gibi gören, bilinçli
insan ya da düşünceyi belirtir.”
Çevirmen Tahsin Yücel’in girişte yaptığı açıklama (Albert Camus, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 15. Baskı)
[12] “Ahlat Ağacı’nın iki karakteri Sinan ve Süleyman
bir bölümde taşra ve edebiyat üzerine konuşurlar. Bu konuşma sırasında Sinan,
"Su Katılmamış Taşralı" başlıklı mektupta yazılanları hararetle
savunurken, yazar olan Süleyman karşıt görüşlerini öne sürer ve tartışırlar. Bu
tartışmaya neden olan mektup Polat Onat’a ait. Onat, Mesut Varlık tarafından
2013 yılında Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenen Hasan Ali Toptaş, Ethem
Baran, Şükrü Erbaş, Abdullah Taşçı, Kerem Işık’ın yer alacağı Taşra ve Edebiyat
Sempozyumu’na davet edildi. Onat’ın bu davete karşılık yazdığı mektup daha
sonra Varlık Dergisi'nde ve Mesut Varlık’ın hazırladığı Edebiyatın Taşradan
Manifestosu kitabında yayımlandı. Şair Polat Onat’ın "Taşra ve Edebiyat
Sempozyumu” davetine ret mektubunu sunuyoruz.” http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/su-katilmamis-tasrali-i-15651
[13] “Eve hiç gitmedim. Diana Soren’in yanma oturdum, sinemadan, Paris
yaşamından, ortak dostlardan konuştuk; ama ben sadakatsizlik ettiğimin
farkındaydım ve her zamanki gibi, edebiyata sadakatsizlik etmediğim, kendi
kendime sadakatsizlik etmediğim sürece başka her şeyin önemsiz olduğunu
yineledim kendime.” Carlos Fuentes, Diana: Yalnız Avlanan Tanrıça, Can Yayınları, Çeviren: Pınar Kür, syf. 36
[14] Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Viktor. E.
Frankl, Totem Yayınları, Çeviren: Selçuk Budak, 1. Basım, “Geçicilik ve
Ölümlülük: Ontolojik Bir Deneme”, Syf. 102-105
[15] “İslam, Peygamber’in önderliğinde Ebuzer’in bütün insani ihtiyaç ve
sosyal arzularını doyurur. İslam “Tevhid” esasına göre mücadeleyi başlatmıştır
ki, bir safta: Allah ve eşitlik, din ve ekmek, aşk ve güç ve diğer safta: Tağut
ve ayrıcalık, küfür ve açlık, zayıflık ve zillete ihtiyaç duyan bir din. İslam
ilk kez, “ya Huda ya hurma” sloganını halkın imanı haline getirerek Tanrı’yı
halka, hurmayı kendilerine ayırıp yoksulluğu ilahi kutsallık olarak gösteren
yağmacı zalimlerin efsanesine son verdi. Bu insanlık karşıtı ortamda dosdoğru
bir devrim gerçekleştirdi ve şöyle dedi: Yoksulluk küfürdür. Geçimi olmayanın
ahireti yoktur, Allah’ın fazlı yüksek ganimet, iyilik ve hayır, maddi yaşamdır
ve “Ekmek Allahperestliğin temelidir.” Bir toplumda fakirlik, zillet ve
zayıflığın tüm bu din, maneviyat, takvayla birlikte olması yalandır! Bu
yüzdendir ki Ebuzer’in Peygamber’i “Silahlı Peygamber”dir. Çünkü onun tevhidi
zihni, ruhi ve ferdi bir felsefe değildir. Ayrım kabul etmez. Irkların ve
sınıfların vahdetinin senedidir ve “Adalet” [herkese hakkına göre] –ki tevhidin
zorunlu parçasıdır- sadece “söz”le gerçekleşmez, “mesaj”, “kılıç”la anlaşmalı
olmalıdır.” http://www.aliseriati.com/kitaplar.php?Makale_id=140&Kat_id=11
[16] İnsanın Anlam Arayısı, Viktor E. Frankl, Okuyan Us Yayınları
(İngilizceden çeviren Selçuk Budak, 3. Baskı), Syf 81
[17] “Üç Kuruşluk Opera” adlı tiyatro eserindeki “İnsan Neyle Yaşar?”
bölümünden: “Önce ekmek gelir, sonra ahlâk.”
"Anneye, çocuklarının neye muhtaç olduğunun bilgisi
verilmedi. Zengin adama da kendisinin neye muhtaç olduğunun bilgisi. Hiçbir
insana akşam olduğunda vücudu için çizmelere mi yoksa cesedi için terliklere mi
muhtaç olduğu bildirilmedi. Yetimler yaşadıysa, bu annelerinin ihtimamından
değil, yabancıları olduğu halde onlara acıyan ve sevgi duyan bir kadının
yüreğinde sevginin bulunmasındandı, ki bütün insanlar kendi esenlikleri için
harcadıkları düşünceyle değil, insana verilen sevgiyle yaşarlar.” "İnsana
kendi ihtiyaçlarını bilme yeteneği verilmemişti." Tolstoy’un “İnsan Neyle
Yaşar?” hikâyesinden.
[20] “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka
ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli
ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal
koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.” Karl Marx. Hegel'in
Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı. Giriş. (Çev. Kenan Somer). Karl Marx.
Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi içinde. Ankara, 1997: Sol Yayınları. S.
191-209. Alıntı: S. 191-192.
[21] “ Serçeler ev kuşları
gibi avlularda koşuşuyordu; kırlangıçlar ne kadar güzel olsalar da, güzün
muhteşem ülkelere gider, oysa serçeler burada kalır, soğuğu ve insan
yoksulluğunu paylaşmak için. Acı tohum gagalayan gerçek proleter kuşudur onlar.
Tüm hassas varlıklar uzun süren bezdirici sıkıntılardan ötürü ötebilir
yeryüzünde, oysa köylü ve serçe gibi hayat dolu varlıklar kalır ve sıcak güne
kadar dayanırlar.
Gülümsedi Kopyonkin,
küçücük beyhude hayatında dev bir vaat bulabilmiş serçeye. Bu serin sabah vakti
bir ufak tohumla değil, insanların bilmediği bir hayalle ısındığı aşikârdı.
Kopyonkin de ekmek ve refahla değil, şuursuz ümitle yaşıyordu.
" Böylesi daha
iyi,” dedi çalışan serçeden bakışını ayırmaksızın.
"Bak hele: Küçük
ama nasıl da didikliyor... İnsan şu serçe kadar olabilse, cümle âlem çoktan
çiçeklenmişti... "
Çevengur, Andrey
Platonoviç Platonov, Metis Yayınları, Çeviren: Günay Çetao Kızılırnak, 1.
Baskı, Syf. 167,168
[22] “Albert Camus bir keresinde şöyle demişti: "Gerçekten ciddi
olan tek bir sorun vardır..-yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi..." Son
günlerde, daha önce söylediklerimi, yani yaşamın anlamına ilişkin varoluşsal
sorunun ve yaşamda anlam bulmaya yönelik varoluşsal arayışın, bugün insanları cinsel
sorunlarından daha çok rahatsız ettiğini doğrulayan bir rapor alınca, Camus'nun
bu sözlerini hatırladım. Bir lise öğretmeni, öğrencilerinden kafalarını
kurcalayan her türlü soruyu isimsiz olarak sormalarını ister. Sorular arasında
uyuşturucu bağımlılığından, sekse, diğer gezegenlerdeki yaşama kadar her şey
vardır, ama en çok sorulan soru (inanmak çok zor!) intiharla ilgilidir. “
Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Syf. 21
[23] Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Viktor. E. Frankl,
Totem Yayınları, Çeviren: Selçuk Budak, 1. Basım, “Geçicilik ve Ölümlülük:
Ontolojik Bir Deneme”, Syf. 109
[24] Ulus Baker'in ,Toplum ve Bilim dergisinin 70. sayısında
yayımlanan, “Ignoramus = Bilmiyoruz: Bilinçdışının bir eleştirisine doğru”
yazısından ( www.birikimdergisi.com/pdf/70sayitum.pdf )
[25] “Gelin, toptan belirlemeciliğe karşı belirlemecilik konusuna
dönelim. Yani, toptan belirlemeciliğin kesin nedensel bir açıklamasını bulmaya
çalışalım: toptan belirlemeciliğin kesin nedensel bir açıklamasını bulmaya
çalışalım: Toptan belirlemeciliğe (pan-determinizm) neden olan şeyin, ayrım
yapma yokluğu olduğunu söylemek isterim. Bir yandan nedenlerle (cause)
sebepler(reason) karıştırılıyor.
Öte yandan ise
nedenlerle koşullar karıştırılıyor. Peki nedenle sebep arasındaki fark nedir?
Soğan doğradığınız zaman gözleriniz yaşarır: Gözyaşlarınızın bir nedeni vardır.
Ama ağlamak için bir sebebiniz yoktur. Ama sevilen birisi ölürse, ağlamak için sebebiniz
olur. Dağcılık yapıyorsanız ve 3000 metreye ulaşmışsanız, bir baskı ve kaygı
duygusuyla başa çıkmak zorunda kalabilirsiniz. Bu ya bir nedenden, ya da bir
sebepten kaynaklanabilir. Oksijen yetersizliği neden olabilir. Ama
donanımınızın veya eğitiminizin yeterli olmadığını biliyorsanız, kaygınızın bir
sebebi vardır.
İnsan olmak,
"dünyada olmak" olarak tanımlanır. Dünya sebepleri ve anlamları
içerir. Ama insanı kapalı bir sistem olarak değerlendirdiğiniz zaman sebepler
ve anlamlar ortadan kalkar, bu durumda geride sadece nedenler ve sonuçlar
kalır. Sonuçlar, şartlı reflekslere veya uyarımlara yönelik tepkilere karşılık
gelir. Nedenler ise şartlandırma süreçlerine veya itkilere ve içgüdülere
karşılık gelir. İtkiler ve içgüdüler iter, ama sebepler ve anlamlar çeker.
İnsanı, kapalı bir sistem terimleriyle düşündüğünüz zaman, sadece iten güçleri
görürsünüz; çeken güdüleri görmezsiniz. Amerikan otellerinin ön kapılarını
düşünün. Lobiden baktığınızda sadece "itiniz" işaretini görürsünüz.
"Çekiniz" işareti sadece dışarıdan görülebilir. Oteller gibi
insanların da kapılan vardır, insan, kapalı bir hücre (monad) değildir ve
insanın dünyaya açıklığını kavramadığı sürece psikoloji bir tür hücre bilime
(monadoloji) dönüşür. Kendini aşması, varoluşun açıklığını yansıtır. (Bölüm
sonundaki 2. nota bakın.) Buna karşılık insan gerçekliğinin kendini aşma
özelliği de, Franz Brentano ve Edmund Husserl’in de söylediği gibi, insan
olgularının "niyetli" (amaçlı) niteliğini yansıtır. İnsan olguları,
"niyetlenen (amaçlanan, iradi) nesneleri" hedefler bu nesnelerle
ilgilidir. Sebepler ve anlamlar bu nesnelere karşılık gelir. Bunlar, ruhun
aradığı logo’lardır (anlamlar). Eğer psikoloji adını hakketmek istiyorsa, bu
adın her iki yansını da, yani hem ruhu hem de logo’yu (anlamı) kabul etmek
zorundadır.” Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Syf. 51, 52, 53
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil