tik tak / zamana kaçamak bir bakış / jay griffiths (PDF e-kitap)

tik tak / zamana kaçamak bir bakış / jay griffiths
e-kitap /PDF linki: https://yadi.sk/d/b9kWpEQD39Kcw8




Ortak zamanı çitleme ve sömürgeleştirme isteği, Batı zamanının, geçmişteki ve şimdiki tüm düşünce biçimine yayılmıştır, ki bu, eliniz­deki kitabın başlıca konulanındandı. Önemli noktalara kısaca tekrar ba­kalım. Modernliğin takıntılı zaman ölçümü, zamanın dakikalar, sani­yeler, saniye parçacıkları halinde akışı, zamanı metaforik olarak, par­maklık ve çitlerle kuşatır. Yüzlerce yıl, Hıristiyanlık, düz bir çizgi ha­lindeki tarihselciliğiyle döngüsel zamanı köşeye sıkıştırmıştır. Görün­mez emperyalizmle, zaman imparatorluğuyla derin bir ilişkisi vardır bunun: Çünkü imparatorlukları kuranlar nasıl toprağa bakıp Terra Nullius gördüyse, metafiziksel imparatorluk kuranlar da zamana bakıp Tempus Nullius görmüşlerdir. Kaptan Cook’un, Yeni Zelanda’yı ilk keşfeden kişi oluğu söylendi bize, sanki orada beyazların zamanından önce zaman yokmuş gibi. (Başka bir örnek. Avrupalıların Brezilya'da­ki insanlarla ilk teması 22 Nisan 1500’de, saat 10’da olmuştur. Oldu bitti. Tempus Nullius'un zamanı ölçüldü.) Kronometreler tarihi, aslın­da sömürgecilik tarihidir, çünkü denizlerdeki yabani zaman bir defa sahiplenilip evcilleştirildikten sonra, Avrupa imparatorluklarını yaratmak için kullanılmıştır.
Bu görünmez ideolojiyi temel alan, Batı’da iktidarı elinde tutanlar, uzun zamandır kendi zamanlarını yegâne zaman olarak tanımlayarak sömürgeleştirmekte (Püritenler, Newtoncular Franklinciler, Grahamcılar) ve yaptıkları tanımı iktidar(ları) için bir araç olarak kullanmaktadırlar; zenginlerin, fakirlerin zamanını elinden alması, Avrupa’nın, geçmişte ve bugün, kölelikle Afrika'yı boğması; ataerkil zamanın kadınların zamanını reddetmesi; Hıristiyanların, Hıristiyan olmayanları sömürgeleştirmesi; herkesin, çocukların zamanın, evcilleştirmesi. Şu vakit nakittir numarası, slogan, yaratanlara çıkar sağlamış ve geri kalan herkes, yoksullaştırmıştır. Yaban, zaman ise özgürdü cömert saatti, candan olan gündü, ta ki Franklin ve onun bankacı takip­çileri böylesi bir yabani zamanın işe yaramaz olduğunu öğretene dek (yabani diyarlarda, aynı derecede yanlış bir biçimde, işe yaramaz ola­rak değerlendiriliyordu).
Beyaz, erkek, yetişkin bir Hıristiyan değilseniz, her milenyum kut­laması, binlerce farklı kültürün boyun eğmek zorunda olduğu metafiziksel bir sömürgecilik hareketidir. Karnaval, gerçekte yabani zaman­dır, ama önce kilise, sonra sınıfsal sistem tarafından sömürgeleştirilmiştir. Sanayi Devrimi'nden beri karnaval da, festival de evcilleştirilmiştir, toprağın çitlenmesi bunun doğrudan nedenidir, ruhunun çitlenmesi, sıradan insanların sınırların dışına atıldığı, zamanın yabani kaba (pis) merkezinin bastırıldığı şatafatlı bir gösteriye dönüşmesiyse do­laylı nedenidir.
Genetik mühendisliği, patent yasalarını çit direkleri olarak kullana­rak, herkese ait olan ortak geçmişi çalmıştır, öyle ki birkaç tane çoku­luslu “zaman sahibi,” bunun özelleştirilmesinden kar edebilsin. Daha geniş anlamda, geçmiş, özelleştirilmiş tarihtir, sahibi muzafferlerdir, onlar tarafından yazılmıştır, demokratik değildir ve uzman olmayanlar için erişilmezdir. Mitsel kamusal geçmiş -ortak geçmiş- içerilmez, dağınık ve belirsiz geçmiş, demokrat ve ekotrat geçmiş, modernlik tarafından küçümsenmiş, dışlanmıştır. Geleceğin, hiç değilse çitlenmemiş olması, orada yaşayacak herkese ait olması gerekir. Ama durum bu değildir. Gelecek, çoktan sömürgeleştirildi bile, yarını sömürmek üzere konumlarını bugünden belirleyen büyük şirketlerce. Daha acımasız bir biçimde de nükleer sanayi çiziyor sınırlarını geleceğin, ileride binlerce yılın üzeri, kefen gibi örtülecek radyoaktif maddelerle. Modernliğin geleceğe yönelik egemen yaklaşımı, onu hastane duvarlarıyla sınırlandırmak. Gübre Yığını Halk’ı inkâr ederek profesyoneller için özelleştirmek biçimindedir.
Kadınlar, ataerkil toplumların önyargı ve nefretiyle kendilerinin olan en yabani zamanın -en güçlü âdet dönemlerinin- sınırları dışında bırakılmıştır. Kadınların yüzleri, plastik cerrahiyle “evcilleştiriliyor" (yavanlaştırılıyor); vücutlarının doğum sırasındaki zamanı, eril zama­nın programlan ve zaman çizelgeleriyle kuşatılıp sınırlandırılıyor. Do­ğan her çocuk “yabani” zamanın çeşitliliğine güçlü bir biçimde sahip olarak doğar (çocuklar ç-o-o-k y-a-v-a-ş da hareket edebilir, an gibi hızlı da.) Çocuk sonra, eğitimle disipline edilir, bir standarda dönüşe­cek biçimde evcilleştirilir, tekbiçimli bir düzene girecek şekilde dene­tim altına alınır. Tik. Tak. Tik. Tak.
“Yabani” zamanın doğal bir dostu olan, izleyeni zaman ölçümün­den kurtaran sanat da zamana bağlı tanımların içine hapsedilmiştir. Ba­tı sanatı (özellikle de “küresel şimdi”nin doğumundan sonra) giderek kendini zamana bağlı bir ardıllıkla tanımlamayı seçmiştir. Fütürizm, modernizm ve postmodernizm... her avangardı köşede, bir post-garde bekliyor. Bazı sanat kataloglarını okumak, konuşan saate kulak verme­ye benzer.
“Gerçek Sanat. Yeni Bir Modernizm.” Yeni bir serginin başlığı bu. Serginin katalogu soruyor:
Neden Modernizm veya Postmodernizm karşısında Yeni Bir Modernizm diye açık bir gereksiz tekrar? Yeni Bir Modernizm’den konuş­mak; kronolojik olarak onu postmodernizmden sonraya koyar, ama Postmodernizmin, Modernizm içinde, bir Modernizm eleştirisi olarak ortaya çıkan bir söylem olarak belli bir anlamı, değeri ve konumu ol­masını gerektirir, ama Modernizmin sonu olarak değil, çünkü Postmodern ve Modern, diyalektik bir ilişki içinde ebediyen birbiri için zorun­ludur, öyle ki Postmodern, Modernin [sic.] ardılıdır ve böylece kendi­si Moderne dönüşebilir: Yani Yeni Bir Modernizm’e. 
Tik tak.
Modern sanat eleştirisi, en kötü biçimiyle, sonunda durmuş bir sa­atten birazcık fazla bir şeydir. Tik tak. “Post”ta değil “post" tarafından. En postmodern. Postmodernist düşünce neredeyse yanlışlıkla birden bire ortaya çıkarak ânı büyülü hale getirir, yalnızca çürütmek için postmodernizm, zamanı duraksatır. Postmodern edebiyat eleştirisi sanatın, ânı büyülü hale getirmeye yönelik doğal eğiliminin son nefesini gösterir; deli dolu eğlenceler, tesadüfler, llipsis, kelime oyunları, dejavu vu. İma ve yanılsama. Yine de sonunda, bir ilüzyondur, bir oyun, bir zaman labirentidir: Eğlencelidir, komiktir, dış referanslarından kopar -toplumsal tarihsel bağlamın reddi. Zamanda kendi referansım arar­ken, hareketsiz noktayı anlamın ortasında yaratır, zamanın bir labi­rent ortasında hareketsiz durduğu yerde. İşin özünü anlamış olmalısı­nız -ha ha- bu kadar zekice oluşuna hayran kalabilirsiniz, ama neşeli bir aydınlanmamışlıktır bu, bir labirentte olmak gibi, biraz alıştırma yapmış, bir yere varamamışsınızdır, çünkü bu merkezde içedönük bir boşluk vardır, bir eksiklik, tersine çevrilmiş bir çit, kavramsal bir ha ha. Ortada güneş saatine ulaşırsınız ve bunun yalnızca kendini işaret ettiğini görürsünüz, öğleyi değil, kimseyi değil, yoku işaret eder. Bir labirentin ortasındaki bir güneş saati gece yansını gösterebilseydi, kendi saatine özgü öğütüşünü, kendini tanımasını, kendini işaret eden bir göz kırpışla eğilmesini gösterecekti. Atom saati nasıl saniyeyi parçacıklara bölerse, postmodernizm, güzel sanatların bir kolu olarak ede­biyatın a’omunu bölmüş, şimdi de hava atmaktadır. Zaman, duracak kadar yavaşlatılmıştır, kendi geciktirmesiyle yükselmiştir. Burada ve şimdi olan ölümün önbilgisidir o; namevcudiyetin mevcudiyeti değil, önbilgisidir.
* * * *
Yabani zaman için umut var mı? Çok. Öncelikle, her çocuk, onunla tı­ka basa dolu olarak doğuyor. Ayrıca, en modem fizik bize zamanın ka­osunu, değişkenliğini, mantıksızlığını ve tüm o bereketli eşitsizlik özelliğini görkemli bir biçimde anlatıyor. Bir de yetişkinler var. Eğer zaman -sadece- bir kurmaca olarak görülürse, herkes için umut var. Ama bu zor, çünkü çocukluktan itibaren insanlara, bu kurmacaya, za­manın bu gösterişli yapısına, sanki fiziksel -somut- bir varlığı varmış gibi bakmaları öğretiliyor. Salı gününden sanki MDF den yapılmay­mış gibi; son teslim tarihinden bir duvarmışçasına: saat üç ten, tuğladanmış; bir dakikadan doğru bir açı gibi; on yıllık bir zamandan atık su borusu gibi bahsedilir. Sonradan klostrofobik bulduğumuz bir ev inşa edip kendimizi içine kapatıyoruz. Belki de modernliğin, yabani za­manı öylesine istekli biçimde aramasının (yabani uyuşturucular, yaba­ni partiler, yabani bir hayat istemesinin) nedeni evcilleştirilmiş zamandan dolayı bu evin iğrenç bir şekilde bunaltıcı olabilmesidir. Ama ya­bani zaman hâlâ her yerdedir (onun için kullandığımız ölçüler somut değil, konvansiyoneldir) ve istesek, üfleyip alaşağı edebiliriz saat za­manının o evini.
Peki nedir yabani zaman? Özellikleri nelerdir? Cevap için, saat za­manının yapısına en çok düşman olan şu şeylere bir bakın: Seks, uyuş­turucu ve rock’n’roll. En yaygın yabani zamanı yakalamanın üç yolu. Bunların yanında, birçok dinin bildiği gibi, yabani zamanın bir aşkınlık, veya sıradan olandan kaçma özelliği vardır. Yabani zaman, tamamen Hıristiyanlık dışıdır, çünkü Hıristiyanlık, zamanı en çok ev­cilleştiren şey olmuştur, bunu benzersiz bir biçimde yapmıştır. Yabani zaman, oyunun da ruhudur. Tüm sanatlar (ciddi oyunlar) yabani za­manla bir yakınlık taşır, belki en çok müzik. Modernliğin evcilleştiril­miş zamanı, standart hale getirilmiş küresel zamanın yekparelik özel­liğini taşıyorsa, yabani zamanı en iyi temsil eden kişi, mitolojideki pagan doğa tanrısı Pan'dır. Çeşitliliğin bir örneği olan pan, “her şey” an­lamına gelir ve o, yabani zamanın çeşitliliğini temsil eder. Bu bölümün devamı, yabani zamanın bu özelliklerini keşfedecek.
Seksle başlayalım. Seks, her zaman için saati utandırır, saatlere haşin davranır. Güzel bir zamansal paradoksla, Aşk Tanrısı Eros, Yunan­lılarca tanrıların hem en genci, hem de en yaşlısı olarak görülmüştür, tombul bir bebektir o. Antropolog Edmund Leach, Yunanlılar a göre “zamanın ilk imgesini sağlayan şeyin cinsel eylemin kendisi” olduğu­nu öne sürmüştür. Saat ise erotik olanın karşıtıdır. Birbirinden nefret eder seks ve saat.  Hareketli yaşlı ahmak, azgın Güneş, ...İlla aşkın mevsimi senin hareketine göre mi olmalı? ...Aşk, hep aynı, ne mevsim tanır, ne iklim Ne de saat, gün, ay... zamanın kırıntılarıdır bunlar, diye yazmış John Donne. Külkedisi ile Beyaz Atlı Prens in tomurcuklanan aşkını durduran, gece yarısını vuran saattir.
Âşıkların zaman duygusu yoktur; aynı şekilde, hiçbir şey, zamanı fark etmek kadar hızlı öldüremez tutkuyu. Şu yaramaz çocuk şarkısı da bilir ve küstahça bir dürüstlükle anlatır horozun, bugünün çalar saati gibi, sabahın güzelliğini soldurduğunu:  Horoz ü-ürü-üü! Hanımım kaybetti pabucunu; Efendim kaybetti keman yayını; Bilemiyorlar ne yapacaklarını.
Bir de içki var. Her zaman sarhoş olmak gerek. Hepsi bu: Başka so­run yok. Eğer zamanın işkence çeken hizmetkârlarından olmak istemi­yorsanız, sarhoş olun, hep sarhoş olun! Şarapla, şiirle veya kafanız iyi olarak. Nasıl isterseniz diye yazmış Baudelaire. Keyif verici maddeler, genellikle, evcilleştirilmiş saat zamanından kurtulup yabani zamana geçmeyi sağlar. Bunların saatlerle aşırı biçimde dolu olan modern hayatta bu kadar rağbette olmalarının nedenlerinden biri, şüphesiz, zamanı değiştirip karıştırmaları, esnetip atlatmaları, onun baskısına di­renmeleridir. Belki de, acı bir biçimde, kendilerine ayrılan arazilerin sınırlan içine tıkılan, Batı'nın hem toprak hem de zaman emperyaliz­mine (postsömürgecilik) maruz kalan Avustralya Aborijinileri ve tüm dünyadaki yerlilerin alkole böylesine tehlikeli derecede ihtiyacı olma­sının nedeni, hâlâ erişebilecekleri tek özgürlüğü metafiziksel olarak el­de etme isteğidir. Alkole bağlı unutuşun yabani zamanını.
Yabani zaman, zamanın sıradan sınırlarını aşmayı temsil eder. Bu kitabı yazarken, içime fenalıklar getiren iki yorum vardı: Vakit nakittir, değil mi?” (yoo) ve “Zaman? Yeterince yok ondan.” Sanki zaman, bir şirketin sınırlandırmasıyla kısıtlanmış: Zaman Ltd. Ama Hintli bir köylü kadını, buna kesinlikle karşı çıktı: "Tanrı zamanı yarattığında, bol bol yarattı,” diyerek dile getirdi görüşünü. Ona göre zaman, sınır tanımazdı, sonsuzdu. Batı, birçok zaman sınırı tanımı yapar, bir anın, bir çağın zıddı olduğunu savunur mesela. Buna karşı çıkan pek çok insan var. Hintçe (ay için kullandığı farklı farklı kelimelerle) zaman sınırları konusunda, olumlu anlamda insanın içini bayar. Kal, mesela, Batılı düşünce yapısını deneme ister gibidir, hem dün hem yarın anlamına gelir: Ânı, çağın karşısına koymaktan çok uzak bir biçimde, kal, an ve çağ anlamlarını beraber karşılayabilir. Hint dillerinde dünden önceki günle yarından sonraki gün de aynı kelimelerle ifade edilirken, şimdinin merkez oluşuna göz kırpılır. Önemli olan şimdidir. Şimdi aşkınlaşır, yabani zamana geçer.
Bilge dinler bunu bilir; uzun süre salt saat zamanının ötesine, seküler saatin durduğu kutsal sonsuza geçmeye çalışmışlardır. (İngilizcede dünyevi anlamına gelen “secular” kelimesinin etimolojik kökeni, saeculum’a dayanır, ki bu da zamanla, kuşakla veya çağla ilişkili anla­mına gelir.) Şamanist kendinden geçme, ezeli bir Büyük Zaman’a geç­me çabasıdır. Birçok Doğu öğretisi, zamanı aşmayı vurgular. Yogiler, an üzerine meditasyon yapar: Bunun amacı, sonsuzu aramaktır. Altın­cı Zen patriği Hui-neng şöyle der: “Mutlak sükûn şimdiki andır. İçin­de bulunulan anda olduğu halde, bu ânın sınırı yoktur, ebedi mutluluk buradadır.” Zen Budizmi, düşünceli bir bakış açısıyla, tamamen şimdi­de yaşamayı amaçlar, en sıradan anda bile hayatın bütünlüğünü gör­mek için her eyleme büyük dikkat sarf eder. Hindu düşüncesinde, şim­di, yalnızca şimdi, sınırlanmamış ebediyetin yabani zamanına açılır.
Spiritüel disiplinlerin çoğu, zamanı aşmaya ve saatin ötesine geç­meye çalışırken, Hıristiyanlık’ta ikonsal ayrıcalık taşıyan saatler, kili­selere koyulur. Bir saat, bir Budist tapınağında tuhaf görünürdü. XIII. yüzyıl gizemcisi Meister Eckhart, Hıristiyan gelenekte alışılmadık bi­çimde, zamanın muhteşem güzelliği olan şimdiden bahseder; iç sessiz­lik anlarında der, “Yalnızca içinde bulunulan an vardır... her zaman için ve sonsuz şekilde yeninin ta kendisi olan bir Şimdi’dir o.” Tao Te Ching de şöyle der: “Şimdiyle hareket et,” bir nehir olarak tanımlanan bu şimdiki anda kişi, “akışla birlikte gitmelidir”. (Burada, her zaman­ki gibi, nehirlerle zaman arasındaki o derin bağlantı var yine.) Modern psikoterapi bu eski bilgeliği Burada ve Şimdi diyerek münasip bir şe­kilde yeniden ambalajlayıp sunar. Seneca’nın basitçe sorduğu gibi: “Şimdi değilse ne zaman yaşayacağız?” Şimdiyi yeniden ikâme etmek önemlidir, çünkü o, yaşanabilir yegâne yabani zamandır. İflah olmaz bir Senecacı olan Joyce Grenfell, şöyle söylüyor bunu: “Zaman diye bir şey yoktur, sadece an vardır. Ben de içindeyim.”
Yabani zaman oyunbazdır. Hint mitolojisinde, bir oyun hissi (ciddi oyun) yaradılıştaki en derin enerjidir. Vandana Shiva’nın sözleriyle: “Tüm varoluş, yaradılış ve yıkımın oyunundan doğar. Bu enerjinin te­zahürüne Doğa denir; Prakriti... Prakriti'ye Lalitha yani Oyuncu da denir, çünkü özgür anlık faaliyet olan Lila veya oyun, onun doğasıdır.' Hindu mitolojisinde Lila, zamanın sonsuz döngülerinde oynar, (Katı çalışma çizgisine adanmışlığıyla Protestan Hıristiyanlık, buna pek az önem vermiştir.)
Eğer doğa oyuncu ise, insanlar oynatır. Taku Nehri’nde rafting’e gelenlerden biri, kocaman bir su tabancası getirmiş, sarı, pembe, turuncu, yeşil, fosforlu plastikten. Lego diyarında yapılmış bir su tabancası. NASA tarafından. Su savaşları kızıştı, Homo Ludens, canlı ve çığlık çığlığa altı yaşında Bismarck'lar, uğrunda oynayacakları bir dünyaya sahipler. Homo Ludens: “Mankind at Play” [Homo Ludens: Oynayan İnsan] adlı eserin yazan Johan Huizinga (kendi adı da tam oynanacak gibi), bu fikre katılırdı. O, oyunun, “sıradan zamanın dışına çıkış" ol­duğunu savunur. Bir dinlenme arasıdır o. Kültürün kendisi, “oyun biçiminde doğar. Huizinga’ya göre: “Oyun inkâr edilemez. İsterseniz hemen hemen tüm soyutlamaları inkâr edebilirsiniz: Adalet, güzellik, hakikat, iyilik, akü, Tanrı. Ciddiyeti inkâr edebilirsiniz, ama oyunu de­ğil.” (Yabani zaman çocuklarda en çok nasıl gösterir kendini? Oyun­la.) Zihnin iç saati konusunda çalışan bir deneysel psikolog, şöyle bir yorumda bulunuyor: “İnsanlar eğlenirken, iç saatlerine dikkat etmez." (Oldukça yaygın bir bilgi: Eğlenirken zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçer.)
Takulu Tlingitler’in geleneksel bir hediye töreni vardır, bir tür oyundur bu, adı da potlatch'dır. Huizinga bu konuda şunları yazar: “Tlingitler ve başkalarında potlatch, temel bir insan ihtiyacının en ge­lişmiş ve açık biçimidir, onur ve ün için oynamak diyebilirim buna. Jung şöyle söylemiş: “Uygarlıklar, en bütün anlarında, insandaki oyna­ma içgüdüsünü uyandırmış, onu daha yaratıcı kılmışlardır.”
Oyun önemlidir, çünkü pek önemli işler peşinde koşan bir gökyü­zünün gri zemini üzerinde oyun, gökkuşağıdır, enerjidir, yaramaz kı­rıştırmalardır, karşı konulamayan gülüştür, kaçmış çoraptır. Ağzına Kadar Dolu Şeylerin Tanrısıdır, birahanedeki biradır, aşırılığın muaz­zam taşmasıdır, göz kamaştırıcı gereksizliktir, her şey arasından lanet olası hayatı değerli kılan tek şeydir. Oyun hasattır, bolluktur, cömert­liktir, çalışma sonrasındaki keyfin hasadıdır, ölçüsüzlük ve hazdır, gereğinden fazla olandır, hediyelerdir, takasın ruhudur. Oyun oynamanın Almanca’sı spielen ein Spiel'dir ve oyunun doluluğu, dolup taşan bolluğu bu kullanıma da yansımıştır. Doldur doldur boşalt, yeter ki eğlenelim.
Yine sırf eğlence olsun diye hasada hazır devasa bir tarlada dünyada büyük labirenti yapılmış (tasarımcısı onun için “eşek kadar bir labirent” diyor), üstelik bir mısır tarlasında. Özellikle mısır tarlası seçilmiş; aynı anda hem kelimelerle hem dünyaya hem de hasadın ruhuyla oynamak için (Labirent anlamında “maze” ile mısır anlamında “maize” kelimeleriyle kelime oyunu yapılmış) , neşeli bir jeu d’esprit. Şu tarlaları tıraşlayarak yapılan şekiller, ne neşeli bir kamusal sanattır, bunlar hep hasat zamanı yapılır. Ya peki “kıkırdamak” kelimesi, o da aynı ruha sahip değil mi­dir? Oyun taşkınlığının tek kelimelik hasadı; oyunun akışkan, sevgi dolu, bol kepçe iptilası. İçinde de bolca “k” var, (en komik sessiz harf­lerden biri. Kanıt mı istersiniz? Kediye bakın, köpeğe bakın, daha sa­yayım mı?) aralan da bolca “ı” ile doldurulmuş (en hızlı, en zeki, en ağız sulandıran, en havada gezen, en kaygısız sesli harfle yani). İnsan da konuşurken sürekli konudan sapmaz mı, bu da insan beyninin ambarlarındaki bolluğun bir işareti değil midir? Ya gelişigüzel karalama­lar, ne kadar gösterişli şekilde faydasızdırlar? En az bir peruka ya da gezgin bir kıvrım kadar göstere göstere saçmalayan karalamalar hem anlıktır, hem ağırbaşlı süslerdir. Karalama karalama için vardır. Halis muhlis oyun.
Batılılaşmış (şehirleşmiş, doğadan uzaklaşmış ve feci şekilde mer­keze çalışmayı koymuş) toplum oyunseverlikten ürker, onun yıkıcı, anarşik doğasından korkar. Oyun, genelde, büyüyünce geçecek çocuk­suluk (“oyun vakti” yetişkinler için değildir); üzerinde çalışılacak bir konu (Pensilvanya Eyalet Üniversitesi’nde bir Boş Vakit Araştırmala­rı profesörü var); satılacak bir ürün (şu laf bile çelişkili: Eğlence Sana­yii) veya çözülmesi gereken bir sorun (boş duranı Allah da sevmez kul da) olarak görülür. Yetişkinler, her çocuğun içindeki Peter Pan’e kızar; İngiltere’de hükümet, daha dört yaşında çocukların bile her gün ev ödevi yapması gerektiğini söyleyen tavsiyeler yayınlıyor. Geleneksel olarak, yerlilerin çoğu günde dört saatten fazla çalışmaz. Bertrand Russell’ın da In Praise of Idleness [Aylaklığa Övgü] eserinde hem aşı­rı çalışmayı hem işsizliği önlemek için önerdiği süre budur. Russell ay­rıca, “Dünyada çok fazla iş yapılıyor, bu büyük zararın nedeni de ça­lışmanın erdem olduğu inancıdır,” diyor. Diğer yandan eğlence ise, “uygarlık için zorunludur.” Oyun etiği, iş etiğinden çok daha, şey... etik.
Aristoteles şöyle demiş: ‘Doğa bizden yalnız iyi çalışabilmemizi değil, iyi tembellik etmemizi de ister.” Aah ah. Çok zor bu. Saate karşı koyan, onu inkâr eden bir Aylaklık Fikri, göründüğünden daha yaman bir tutkudur. Gerçekten oynamak, saatin elini bırakmak, zamanın derinliklerine dalmakla olur. Bir su durumudur bu, derin bir oyun içerir, müzik, sanat, cinsellik, derin içme ve derin düşünmeyle ilişkilidir. Âna dalmanın her şey olduğu, tesadüflerin yer aldığı, riskli, değişken bir sualtı dünyasıdır. Yabani zaman, saat zamanından çok daha zengin, ama çok daha tesadüfîdir; canlandırılmış, çok çeşitli zamandır bu, bir şelalenin çağıltısı kadar hızlı ve bir o kadar da yavaştır. Onun içinde olmak pek o kadar kolay değildir, çünkü saat tarafından kontrol edilmez onun suları, hiçbir şeyin emri, programı altında değildir. Saat olmadan kendi başınasınızdır; bu, zor, fakat zengin bir deneyimdir, çılgın yaratıcılığın güzel zorluğudur, idlesse oblige.
Bu kadar oyun yeter. Yabani zaman başka nasıl bir şeydir? Zama­na güçlü bir biçimde bağlı olan müzik, onun suyla ilişkili dünyasını iyi tanır. Kabile halklarının trans müzikleri, neredeyse her zaman insanları sıradan zamandan çıkaracak, saatlerce, hatta günlerce sıra dışı ya­ban, trans zamanına geçirecek şekilde tasarlanmıştır. Javalar’ın Gamela müziği, zamanın sonsuzluğunu ve Java’nın eski Hindu-Budist inanç­larında temel olan değişmez zaman modellerini yansıtır. (Java halkı bugün ağırlıklı olarak, çizgisel zamanıyla İslamiyet'e inanmaktadır ve ilginçtir, İslami liderler, derin, kelimelerle ifade edilemeyen Gamela zaman modellerine güven duymamaktadır.)
Batı müzik geleneği için de önemlidir zaman: Bach’ta zaman, mü­kemmel hale getirilmiştir; Beethoven’da Gregoryen dini şarkılarına göre yazılmıştır, korkuyla karışık bir saygıyla taş kesilmiştir zaman; ama XIX. yüzyıl sonlan, XX. yüzyıl başlarında çok ilginç bir şey ol­du: Debussy. Ben çocukken, piyano hocam bir keresinde Debussy'nin (adı da müziğine benziyor, su gibi geliyor kulağa) Su Alımdaki Kated­ral eserini çalmıştı. Donakalmıştım. Zamanın notalarının, tam şimdi, piyanistin elleri altında duyulmasını sağlar o. Müziği, denizle ve za­manla dolu; bu ikisi, hep olduğu gibi, yine özel bir bağla bağlı birbiri­ne. Burada, katedral suyun altındaki bir kaya veya mağaradır; taş nasıl batarsa öyle batmıştır, ama boş gotik pencerelerinden, kemerlerinden, sütunlarından dalgalarla geçen, derinlere inen derin gri okyanus, suyun altındaki katedralden sesler çıkarır, katedralin kendisi çalınan bir mü­zik aletiymiş gibi tınlar. Bu müzik hâlâ ağlatabiliyor beni, derin okya­nusun tuzlu suyunun sesi için bedenin tuzlu suyuyla ağlayış.
Sanatın tüm biçimleri, zamandan bağımsız bir halde olur: Özümse­menin doğası, yalnızca saatin tiranlığının alaşağı edildiği şimdide ger­çekleşir. Her türden sanatçının çalışırken zaman kavramını yitirdiği, su götürmez bir gerçektir; bu an duygusu, Debussy’de olduğu gibi, eser­lerinde de tezahür edebilir.
Kitabın ilk bölümünde işaret ettiğim gibi, tam zaman standart hale getirildiğinde, tam bir küresel zaman duygusu ilk kez ortaya çıktığın­da, yabani doğa ve insanlar o kritik âna geldiklerinde ve yer değiştirdiklerinde yani kısacası tam da zamanın hiç olmadığı kadar evcilleşti­rilmiş göründüğü dönemde Batı geleneğinin en parlak müzisyenleri, yabani zamanın icrasıyla patladı. Mahler, zamandan geçip sessizliğe ulaşan, sesten geçip yabani zamana gelen müziği bestelediğinde, tüm ruhuyla biliyordu yabani zamanın sonsuzluğunun ne için olduğunu ve ona nasıl dokunulacağını. 1894’te Debussy, dağları, ormanları temsil eden unutulmaz, yabani flüt girişiyle “Bir Faun’un Öğleden Sonrasına Prelüd” adlı eserini yazdı. Modem müzik, demiş Pierre Boulez, Debussy’nin Faun’unun flütüyle “uyanmaktadır.” Yabani ve uyanış ha­lindeki görkemiyle yabani doğayı hatırlatan flüt veya pan flüt son de­rece anlamlıdır; Pan’ın kendisi şafağın flütçüsüdür, geleneğe göre. Fa­reli Köyün Kavalcısı gibi, sizi şehirlerden, yollardan (çizgisel zamanın o somut ifadelerinden) çıkartıp yeşil yabani doğaya götürür, zamanın yabani kıyısında vals yapmak için.
Prelüdden iki yıl sonra Mahler, esas adı Pan senfonisi olan üçüncü senfonisini besteledi. Bu tutkulu, oyunbaz ve yabani müzik, Pan’ın si­ze bakar bakmaz yakacak ve yaralayacak erotik yoğunluğuyla uyum­ludur, yabani ve bedensel davullar çalar. Kapanan gözkapakları du­man dolu ânı, erotik ritimlerinin karanlık sabırsızlığıyla uyandırır. Stravinski’nin Bahar Ayini adlı eseri, "une sorte de eri de Pan” ola­rak tanımladığı bir pagan bereket ayinidir. Çığlığını yalnız müzisyen­lerin (kulağı en keskin olanların) duyduğu Pan, belki de Batı da zama­nın yoğun bir şekilde sömürgeleştirilmesi ve evcilleştirilmesine karşı koyacak güçteki tek kültürel ikondu. Pan yabanidir.
Pan, paganlarda doğanın, yabani diyarların tanrısıdır, esas yabani hayvandır o; yabani ağaçlıkların, yabani usüllerin yaratığıdır; yabanıl doğanın ve (benim için) yabani zamanın kişileşmiş halidir. Toprak tan­rısı Pan, adının verildiği flütü çalar. (Toprağın müziği geleneksel ola­rak üflemeli çalgılarla çalınır; Pan flütler, tulumlar, didjeridular, kavallar...) Yabani zamanın tüm özelliklerini temsil eder Pan, sanatta, oyunda, aşkınlıkta, sarhoşlukta ve hayatın cinselliğinin kalbinde, İsa'nın çarmıha gerilmesiyle, Hıristiyan Kilisesi, “Büyük Pan öldü” diye duyurdu, bu tüm dünyada yankılandı, ama asla böyle bir şey olma­dı. Yüzyıldan yüzyıla, diyardan diyara seke seke geçen topukları, ça­murda derin izler bırakan yabani ve dizginsiz kahkahası, şiddetli sertliğiyle Pan’ın çığlığı, Stravinsky ve Debussy’nin müziğinde yankılanır, o çığlık bugün yeniden güçlenen paganlıkta duyulabilir hâlâ.
Pagan takvimi homojeniliği sevmez, standart takvim üzerindeki Hıristiyan etkisine karşıdır, hem küresel, hem banliyölere yayılan sanayi ve finans zamanından nefret eder. Pagan takvimi, zamanı renklere büründürür, aylar, gündönümleri, ekinokslar halinde; ortak zamanın bir belirleyicisi olarak doğadan yararlanır. Öyle ki dolunay bir halk festi­validir, her dolunayın adı farklıdır; arpa ayı, çayır ayı, kurt ayı, hasat ayı... Pagan takvimi zamanı kişileştirir, farklılığı sever; mevsimlerin ritmine uyar, işyerininkine değil; zamanı aysaldır, tüketici değil; tatil­lerini güneş ve ay belirler, hükümet ve bankalar değil. Mayısın ilk gü­nü Keltlerin ateş festivali Beltane kutlanır, baharın bereketi, zamanın potansiyeli kutlanır. Lughnasadh, yaz ortasında, hasatları ve zamanın doluluğunu kutlar. Samhain, ölümü bildiren festivaldir, zamanın sonu­nun bir tezahürüdür. Imbolc, pagan kış ortası dansı, zamanın, Beltane’de yeniden doğmak üzere bekleyişini anlatır. Pagan takviminde za­man canlandırılmış, büyülü hale getirilmiş, kişileştirilmiştir.
Pan, çağdaş bir Beltane'de kutlanır, yeniden canlandırılır. Ateş üf­leyenlerin, soluyanların, ateş jonglörlerinin, yakılan bir labirentin bu­lunduğu, yüzlerce hınzırın pan flütler ve davullar eşliğinde bir ateşin etrafında çıplak dans ettiği, tulumların, didjeridu ve yipyipyip chirrup’ların eşliğinde ateşin üzerinden atlayarak sarhoş olduğu ve sarhoş ettiği çok etkileyici bir festivaldir bu. Bakkhos’a layık bir şeyler var­dır burada, aşırı bir bolluk bulunur, tıpkı oyun ruhu gibi; haftada yedi gün uyku fazla, bir hafta uyku yok bayramıdır bu.
Pan, Hıristiyan Kilisesine göre Bir Numaralı Halk Düşmanı’ydı. O, Yabani Zaman’ın tüm ifadelerinin temsiliyken, Hıristiyanlık, onun antitezidir, yabanı zamanın her şekilde evcilleştirilmesinin temsilidir. Yabani zaman, Hıristiyanlığın tamamen karşıtıdır ve hep böyle olmuştur. Bulduğunun üstüne atlamaya hazır azgın bir hayvan olan Pan, şeytani bir münafık ahlâksızlığıyla canlanır; düşüncelerine, sözlerine, eylemlerine hoş bir ahlâksızlık hakimdir. Yarı insan, yarı keçi ve baştan aşağı testis olan Pan’ın iki sivri kulağı ve bir de sivri organı vardır; uylukları kıllıdır ve her ağacın altında sevişmeye hazırdır. Yaşlı Azgın demiştir Hıristiyan mitoloji uzmanları ve onun kaba üretkenliğinin yerine bir Bakire anne, dudaklarını büzmüş bir “temizlik imandan gelir” lafı ve Zaman’ın son derece cinsel, döngüsel ve kışkırtıcı doğasına karşı iki bin yıllık bir nefret koymuştur. Paganlar, tüm dünyada seksi, toprak ananın nemli oyuklarına dikilmiş uzun direkler etrafında bereket dansları yaparak kutlar. Hıristiyan otoriteler, mayıs direğindeki kirli dansın “müstehcenliğini” gayet iyi anlamıştır, çünkü eğer paganlık, sekse yalanarak evet derse, Hıristiyanlık, dudaklarını sımsıkı kapatıp hayır der. İncir yapraklarını pek seven Hıristiyan Kilisesi, büyük Pan’ın ölmesi­ni istemiştir. Ama Pan, son derece canlıdır, yaşama duyulan şehvetteki canlılıktır o; şenlik hayvanlarının neşesidir, yabani zamanın ruhudur; sıcak soluğunu ensenizde hissedin, topuğunu çamurda. Özgür bırakılan zamanın görkemidir bu, haylaz ve müstehcendir, yoğun ve korkusuz, yayından çıkmış, çıplak bir dans halindedir.
Böylesi bir yabani zaman, Hıristiyanlığa tamamen terstir. Biraz du­rup bunu ayrıntılarıyla incelemeye değer, çünkü Kilise, saat tarihinden, zamanın kullanımı ve yabani zamanın evcilleştirilmesine kadar, Batı’nın zaman düşüncesi üzerinde amansız bir etkiye sahip olmuştur. Hıristiyanlık, yabani zamanın tüm tezahürlerinden nefret eder, korkar: Seks, uyuşturucu, oyun etiği, trans, dans ve doğanın zamanından. Ön­ceki bölümlerde de gösterildiği gibi, Hıristiyanlığın saatle olan uzat­malı aşk ilişkisi işte böyle başlamıştır.
Seksle başlayalım. Hıristiyanlık, cinselliğe düşmandır. “Şehvetle yanacağınıza evlenin,” der Aziz Pavlos tiksintiyle, ama ancak bu kadar işte. Seks ile saat birbirinden nefret eder. Düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesinden yola çıkarak Hıristiyanlık, saatle dost olmak için gi­derek daha da çok neden bulmuştu; özellikle de seksin en yaygın oldu­ğu geceyi bölen saatler ve çanlarla. Mesela güneş saatleri, yalnız gün­düzü kuşatmış ve evcilleştirmişti; bu saatlerin zamanında, geceleri “sa­atler” yoktu, alacakaranlıktan sonra ibrenin gölgesi yayılırken zaman, karanlık gecenin, yabani zamanın gölgeleri arasına karışırdı. Hıristiyan keşişler (bekâr olmaları dikkat çekicidir) geceyi saatlere ilk bölenler olmuştur, onun ortak alanını sınırlarla kuşatmış, çanlar, kınamayla do­lu her vuruşlarında dile gelmemiş cinsel birleşme hareketlerini bölmüş, Hıristiyanlığın, manastır kurallarının egemenliğini bildirmiştir.
Galli şair Dafydd ap Gwilym, XIV. yüzyılın ikinci yarısında, saat­lerin aleyhinde aşağıdaki mısraları yazmıştır. Bir gece bir manastırda kalırken şair, uzak bir kentteki sevgilisini görür aşk dolu bir rüyada. Bir saat uyandım onu rüyasını bölüp, zihinsel olarak onu manastıra ve onun ahlâki kurallarına dönmeye zorlar.  Lanet olsun çitin ardındaki Beni uyandıran karanlık saate. Bir işe yaramaz onun kafası, dili Ve iki ipiyle çarkı Ve ağırlıkları, o biçimsiz topları Ve içinde dikildiği avlusu, çekiçleri Ve gün doğdu diyen ördekleri Ve durmayan değirmeni. Bir işe yaramaz saat Sarhoş bir ayakkabıcının çılgın tıkırtısı gibi, şekline lanet olsun… Bir devin, geceyi öğüten değirmenidir. Bir saraç mıydı, oyun bozan habisin teki mi Ya da daha kararsız bir çatı aktarıcısı mı? Soğuk yıkım, hakkından gel şunun ki Ben kendimi cennette sanayım!
Altı yüz yıl sonra, şairin hâlâ dişlerini gıcırdattığını duyabilirsiniz.
Yabani zaman ham bir canlılık taşırken (Pan'ın ruhu höyükler ve ormanlarda kaynayan bir güçle patlar heyecan dolu, taşkın bir biçim­de: Ben canlıyım), Hıristiyanlığın zaman anlayışı ölümle ilişkilidir; Hı­ristiyan haçı, ölü bir ağacın üzerinde ölen Tanrı’yı simgeler. Hıristiyan­lık, ölülerin kalıntılarını, anıtmezarları ve kutsal ruhları pek sever. Aşai Rabbani ayinindeki ekmek ve şarap, ölünün beyaz eti ve kanıdır. Hıristiyanlık, bu hayat değil, sonraki hayata odaklanır.
Yabani zamana karşı yürüttüğü haçlı savaşında Hıristiyanlık yabani şehvetle de savaştı, içki zamanında, sürahileri, dibinde bir damla kalana kadar kaynattı, somunları incecik hale getirdi, alay edercesine. İçki karşıtı hareket ve Viktoryen Hıristiyan ahlakı, o zamandan beri İngiltere’de (hâlâ geçerli olan yasalarla) bağımlıların, sarhoşların yabani zamanını, saat zamanının çitleriyle kuşattı. Bugüne bakın, “kapatma zamanı”nın sınırları içinden, bir zil (Benedeikten kuralların ta içinden) büyük bir DONG sesiyle çaldığında. “Kapatma ZAMANI” gelir, ülkedeki pub’lar böylece çitlenmiş, yasaklanmış olur ve sıradan insanlar, bir kez daha, ortak (yabani) zamanlarının dışına atılır.
Benediktenlere göre aylaklık, ruhun düşmanıydı. Oyun, baş aylaklıktı ve Protestan Hıristiyanlık, cehenneme gidiş biletiyle lanetliyordu onu. (Huizinga ise şöyle diyor: “Calvin ve Luther hümanist Erasmus'un kutsal şeylerden bahsederken kullandığı tona katlanamadı. Erasmus! Onun tüm varlığı oyun ruhunu yaymak içindi sanki… o ince alayı büyüleyici espri yeteneğiyle...”) Kilise elbette. Sanayi Devri­mi’nin bir parçası olarak, Protestan Çalışma Etiği’ni yarattı; kapitalistler ve sanayiciler idare heyeti odasında Tanrı’yla bir anlaşma yaptıktan sonra. Hıristiyan misyonerler, tüm yabani zamanı dünya çapında yok etmeye yönelik dürtüleriyle Tlingit potlatchını, oyunun en üstün biçi­mini yasakladı. Misyonerler, Burma’dan Brezilya’ya kadar, trans mü­ziğini, dans müziğini ve karnaval zamanım yasaklayıp, yerlilere, yaba­ni zamanlarının şeytana ait olduğunu söylediler.
Ya kıkırdamak? Exeter Piskoposu, 1330’da, kilisede kıkırdamaya yasak getirdi: Söz etmek dahi utanç verici, duymaksa korkunç "tu bu gülmeler, kıkırdamalar ve disiplini bozan diğer davranışları”.
Yabani zaman, doğanın zamanıdır; doğadan nefret etmiş bir din varsa, o da Hıristiyanlık’tır. Hıristiyanlık, şiddetli saldırılarını pagan dünyasına yönelttiği için panteizm ve Pan’ın ruhu doğanın en derin, en karanlık yerlerinde, ormanlarda ve yabani doğada sürdürmüştür etkisi­ni, kentlerde değil. Kutsal ağaçlıkları (hepsi tamamen planlı bir cinsel sembolizm içerir) ortaya çıkartan paganlık, en çok meşe tanrılara say­gı gösterilen, ağaçların giydirildiği, orman cinlerinin tatmin edildiği ağaçlıklarda hayatta kalabilmiştir. Hıristiyanlık, misyonerleri, paganla­rın ormanlık bölgelerine kelimenin gerçek anlamıyla “yol açmaya” göndererek yayılmıştır. Pagan, etimolojik açıdan, “kırla ilgili” demek­tir. Hıristiyanlık, kültürel bir karşıtlıkla, yolların kenarında bulunur. İsa, Yol’dur. Aziz Pavlos’un en önemli ânı Şam yolunda gerçekleşir. Aziz Augustus, The City of God'ı [Tanrının Şehri] yazmıştır. Kaldırım­lıydı herhalde o yol. Hıristiyanlık, düzgün Roma yollarını çok sevmiş, onları yandaş toplamak ve kontrolü sağlamak, yabani doğanın pagan geçmişini öldürmek için kullanmıştır. İster doğal alanlara dalarak ol­sun (Taku bölgesine yapılması düşünülen can sıkıcı yolu düşünün), is­ter trafiği ve sera gazlarını destekleyerek olsun yollar, bugün de hâlâ öldürüyor doğayı. İngiltere’de yüzlerce doğa taraftarı, yol karşıtı pro­testocu pagandır (biri de kendine Pan diyor), hepsi Beltane’i kutlar ve kendi deyimleriyle, Gökkuşağı Zamanı’nı yaşar. İster yabani doğa olsun, ister yabani akıl, evcilleşmemiş olana büyük şüpheyle yaklaşan Hıristiyanlık, gecenin yabani zamanına, ofis saatlerinden bir yol sok­muş ve tarihi, kuralcı, beyaz otoyol çizgileriyle düzenlemiştir.
Hıristiyan mimarisi, hem mekân hem zaman açısından fallik, düz ve çizgiseldir. Dört köşeli kiliseleriyle Hıristiyanlık, kendisini takip edenlere sıra sıra oturmalarını emreder; insanları, zamanlarını evcilleştirmek için kapalı mekânlara çeker. Kiliselerdeki saat kulelerinden, masonluk sembolizmine, çekülleri pek sever Hıristiyanlık. Hıristiyanlık ve onun dümdüz takipçileri, tarihi çizgiselleştirdi, yabani zamanı köşeye sıkıştırdı. Doğanın mimarisiyse aksine yine hem mekân, hem zaman bakımından, yıllık döngüden bir salyangoz kabuğunun kıvrımlarına dek bir kuş yuvası kadar yuvarlaktır Yerliler buluşmalarına tüy “döngüsü” veya toplanma döngüsü der, paganlarda da döngüsel dans vardır. Doğada dairesellik prensibine, vajinal prensibe doğru bir dönüş bulunur. Doğa Ana dişidir ve çeküllerden nefret eder.
Örneğin, önek olarak pan, “tüm" veya "her şey" demektir Keçi tanrı Pan ise panteizmin çok katlı animizmini sembolize eder. Çeşitlilik ve farklılık. Hıristiyanlık, tek olana -tek tanrıya, tek kültüre- tek biçimli, tekdüze aynılığa yönelmiştir. Dinlerin asfaltı olan Hıristiyanlık, bir zamanlar farklı olanı tek tipleştirmiştir. Tek tanrılı, tek dünyalı Hıristiyanlığın, kültürleri tek bir kültüre çevirme gibi bir etkisi olmuştur, toprağın ruhlarının alacalı çeşitliliğini yok etmiş, bölgelere bağlı ani­mizmi dümdüz bir asfalta çevirmiştir. İsa, sanayi banliyöleri gibi, dün, bugün ve yarın, hep aynıdır. Zaman, sıkıcı bir tahmin edilebilirlik için­dedir; Hıristiyan tanrısı hep aynıdır, sözleri gibi tamamen düzenli ve iyidir, öfke nöbetleri geçireceklerden değildir. Ne yapacağı tahmin edi­lemeyen, kendine zevk vermeyi bilen Pan ise değişken ruh hali içinde­kilerin kralıdır, zamanın değişken tahmin edilemezliğidir, çatallanma noktasındaki her an dağılabilecek bir yapı gibi. Hıristiyanlığın teklik prensibi, tekli şirketlerle olsun, uluslararası ticarette tek saat dilimi kullanımıyla olsun, tek ürün ekilen tarlalarla, zamanın kendisinin tek olarak tanımlanmasıyla olsun (yegâne zaman) modernliği büyük ölçüde etkilemiştir. Hıristiyanlık, “tek” zamanı etkiliyor ve temsil ediyorsa, Pan, zamanın tüm çeşitliliğini, zamanın biyoçeşitliliğini temsil eder. Her şeyin üstündeki yabani doğada, zaman –hâlâ- yabanidir.
Yabani doğada zaman, ışığın yıl boyu manzarada yarattığı değişikler kadar çeşitlidir. İnsanın yabanı doğaya olan ihtiyacı, artan gelişme ve çoğalan mantarlar gibi, artan nüfusla nasıl giderek daha şiddet­li hale geliyorsa, yabani zamana duyduğu ihtiyaç da tecavüzcü saat, zihnimizi yararak ilerledikçe, artıyor. Eğer yabani doğayı yitirirsek, yabani zamanın görülebilir resmini yitiririz; gelecek asla bilemez kar ve ateşin zamanını; yaşlı bir ağaç gibi görkemli düşünen, bir dağdaki kocaman geçitlerde hareket eden, hızla akıp yavaş inen şelalenin uzun beyaz bekleyişini bilen zamanı.
Burası, Taku. Mevsimsel açıdan, dünya üzerindeki zamanla en dolu yerlerden biri; kış, bitmeyen karanlığı getirir, yazınsa ışıklar öyle bir yayılır ki gece yarısının doruğunda, bu, en uzun gün batımlarından bi­rinin sonu mu, en uzun gün doğumlarından birinin başı mı anlayamaz­sınız. Taku’da eski çağlardan bugüne dek gelmiş bir su tarağının veya bir som balığının sıçrayışının akışkan anındalığının saf ışıltısını tanı­yabilirsiniz. Burada, hiçbir saatin asla bilemeyeceği, gösteremeyeceği bir çeşitliliği var zamanın, burada bir kartalın dönerek uçuşu durduru­yor zamanı; o sizin karşınızda durmak için kanatlarını açtığında, rüzgâr muhteşem bir hale geliyor; zaman, kanatlarının kıvrılışında nefesi­ni tutuyor.
Kimse bir ayı gibi miskinlik edemez; burada aylaklık eden ayılar, yaban mersinlerini kokluyor. Hiçbir şey, bir ayının, pençeleriyle balık tutması kadar hızlı değildir. Hiçbir şey, zamanın incelmiş çeşitliliğiyle baş edemez; burada beş dakikalık bir kasırga bir ormanı yıkabilir, ani bir akıntı, bir kütüğü, nehirde kilometrelerce aşağı sürükleyebilir Ve sonra bir buzulda durabilir zaman, on bin yıl öncesinin imzasını atar, on bin yıl sonrasına kalmak üzere, ta o zaman donan nehrin üzerinde­ki buzdan sayfalara. Şimdiyse o nehir, hiç akmadığı kadar hızlı akıyor. O buzul zamanından, devasa -makro- zamandan, anlık -mikro- zama­na geçersiniz; böceklerin zamanında bir saat bir mevsim gibidir, bir mevsimse bir kuşak.
Kırmızı, sembolik olarak ölümlülüğün rengidir, yaşam ve ölümün kanıdır; maviyse, sonsuzluğun rengidir. Burada, zamanın bu çeşitlili­ğinde, yan yana bulunur onlar. Buzulun mavisiyle, kırmızısı (açıklana­maz) gelincikböceğinin. O mavi buzuldan eski hiçbir şey yok, oluşma­sı on bin yıl sürmüş, on bin yıl da erimeden kalmış. Şu cümlenin ba­şında yumurtadan çıkan o küçük, kırmızı düğmeden, o gelincikböceğinden de genç değil hiçbir şey. Yabani zaman kanyonunun görkemi işte budur: Sonsuzluğun buzul mavisini, bir dakikalığına gıdıklaması bir gelincikböceğinin hayatının en önemli ânının.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ahlâk Ağacı (Ahlat Ağacı filminin varoluşçu, logoterapik okuması)

Kesinlik mi Hakikat mi?

TOKMAK 3 (Umut Sarıkaya - Naber Dergi - Eylül 2015)