“Seni öldürmeyen şey... tuhaflaştırır.”
“Seni öldürmeyen şey... tuhaflaştırır.”[1]
Sapığın Sinema Rehberi belgeseline Zizek şu şekilde başlar: "Bizim için problem olan ‘Arzularımızın doyurulması ya da doyurulmaması’ değildir. Asıl problem arzu ettiğimiz şeyi şu an nasıl elde ettiğimizdir. İnsanın arzularıyla ilgili olan hiçbir şey doğal ve spontan değildir. Arzularımız yapaydır (taklittir). Arzu etmek için eğitiliriz. Sinema en önemli ayartıcı sanattır. Sinema size neyi arzu edeceğinizi göstermez. Sinema nasıl arzu edeceğinizi anlatır." [2]
Leon filmi Mathilda’nın ailesinin başına gelen travmatik bir olayla başlar. Çocuk kadın dinlemeden tüm aileyi polis infaz ederken Mathilda şans eseri kurtulur: Aynı katta oturan Leon, tüm profesyonelliğine rağmen, dayanamayarak kapısını Mathilda’ya açar ve küçük kızın hayatını kurtarır. Leon bir “temizlikçi” yani kiralık katildir. Filmin ilerleyen bölümlerinde Leon’un gençliğinde sevdiği kızı, kızın babasının -bu evliliği ailelerine yakıştıramadığı için- infaz ettiğini öğreniriz. Leon bu olaydan sonra kızın babasını öldürerek İtalya’dan Amerika’ya kaçar ve profesyonel bir “temizlikçi” olarak, saksıda özenle baktığı çiçeğiyle baş başa yalnız bir yaşam sürdürür: Arzuları burada donar ve geldiği bu yeni şehirden hiç ayrılmaz. Sağlıklı beslenen, spor yapan, kazandığı parayı harcayamayan “aşırı” profesyonel bir suikastçı ile on iki yaşındaki, sevgisiz bir ailede büyümeye çalışan Mathilda’nın yolları böylece kesişir. Mathilda kirli narkotik polislerinin infaz ettiği küçük kardeşinin intikamını almayı umarken Leon’un içindeki donmuş arzu denizi de ılımaya ve buzlar kırılmaya başlar. Odanın dışında güçlü, profesyonel, cesur olan Leon’un odanın içindeki kırılgan, naif ve nazik hali Mathilda için çekicidir.
Sapığın Sinema Rehberi belgeseline Zizek şu şekilde başlar: "Bizim için problem olan ‘Arzularımızın doyurulması ya da doyurulmaması’ değildir. Asıl problem arzu ettiğimiz şeyi şu an nasıl elde ettiğimizdir. İnsanın arzularıyla ilgili olan hiçbir şey doğal ve spontan değildir. Arzularımız yapaydır (taklittir). Arzu etmek için eğitiliriz. Sinema en önemli ayartıcı sanattır. Sinema size neyi arzu edeceğinizi göstermez. Sinema nasıl arzu edeceğinizi anlatır." [2]
Bu yazının niyeti Zizek’in bu tespitinin de ilhamıyla, Yaralı Yüz / Scarface (1983) ve Leon: Sevginin Gücü / Léon: The Professional (1994)
filmlerindeki antikahramanları analiz etmektir. Kişisel gözlemim ve
iddiam şudur ki, bu iki filmin ve antikahramanlarının tuhaf bir
çekicilikleri ve benzerlikleri vardır: Scarface filmi
ve antikahramanı Tony Montana (Al Pacino) statülerinden ve
toplumsal/kültürel arka planlarından bağımsız biçimde, erkekler için
ayrıcalıklı ve tuhaf bir şekilde cazip bir tiptir; benzer şekilde, Léon filmi
ve filmin antikahramanı Leon (Jean Reno) da kadınların çekici bulduğu
bir karakterdir. Yazının bundan sonrası bu iki film için keyif kaçırıcı
(spoiler) içerir.
Bu
çekiciliğe tuhaf dememin sebebi, iki filmin finalinin de güçlü birer
özyıkım içermesi: Scarface’de Tony Montana, o meşhur final sahnesine
doğru, en yakın arkadaşını öldürmüş, kadını tarafından terk edilmiş, kız
kardeşi Gina da kendisi gibi uyuşturucu kullanmaktan müptezelleşmiştir.
Gina final sahnesinde, yarı çıplak, şuh bir tavırla kapıdan girer;
Tony’nin kendisini becermesini isterken silahıyla Tony’ye ateş eder ve
onu yaralar. Sonrasında da Tony’nin gözü önünde feci şekilde öldürülür.
Peki, final sahnesinde tüm bunları bize unutturan nedir? Varoşlardan
plazalara, kahvehanelerden entelektüel ortamlara kadar farklı
çevrelerden çoğunluk erkeğin gözünde bu filmi, Tony Montana’yı ve bu
finali ayrıcalıklı kılan; kahramanla özdeşleşmelerini sağlayan nedir?
Scarface filminin
başında polisin yaralı yüzlü Tony Montana’yı sorguladığını görürüz.
Polis Tony’ye adını sorar ve “Antonio Montana” cevabını verdikten hemen
sonra, Tony de polise adını sorarak alaycı bir şekilde karşılık verir.
Sorgu boyunca bu alaycı tavrını sürdürürken, biz izleyiciler de
engellenmeye (frustration) dayanamayan, “burada ve şimdi” ilkesine
göre davranan bir kahramanla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Zaten bu
tavır, film boyunca sürer. Tony’nin, patronu Frank’in kadını Elvira’yı
kaplan desenli Cadillac ile karşıladığı sahneden, Tony ile Elvira’nın
evlendiği sahneye kadar olan süreçteki cüretkarlığı; basamakları hızla
tırmanırken önüne çıkan fırsatları değerlendirmesi... “Haz ilkesinin”
etkisinin zayıfladığı “gerçeklik ilkesine”[3] göre
hareket etmek zorunda kaldığı pozisyonların rövanşını ilk fırsatta
aldığını da görürüz. Perdede sürekli boşalmaya hazır, isteklerini
“burada ve şimdi” dile getiren, talep eden, sürekli konuşan maço ve
narsist bir erkek vardır. Final sahnesinde masaya boşalttığı bolca
kokainden çektiği abartılı miktar ile kocaman silahını penisine
dayayarak tüm dünyaya meydan okumaktadır, orgazm yaşarken yağdırdığı
mermilerle üzerimize boşalmaktadır. Tırabzandan aşağı düştüğü havuz onun
için hazırlanmış bir mezar gibidir, mezar taşında ise “THE WORLD IS
YOURS” (Dünya senindir) yazmaktadır. Fransızcada “la petite mort”
(küçük ölüm) orgazm anlamına da gelirmiş; buradaki ise hayli büyük bir
ölümdür; jouissance’dır[4].
Montana, amniyotik sıvı olarak yorumlayabileceğimiz havuzun suyuna
düşerek anne rahmine geri döner, arzularından özgürleşir; ilk yaradan ve
eksikten kurtularak özneden nesneye geçiş yapar; hatta belki “çocuğun”
yüzündeki yara da kapanır...
|
https://www.youtube.com/watch?v=-4GsCEopbd4
|
Leon filmi Mathilda’nın ailesinin başına gelen travmatik bir olayla başlar. Çocuk kadın dinlemeden tüm aileyi polis infaz ederken Mathilda şans eseri kurtulur: Aynı katta oturan Leon, tüm profesyonelliğine rağmen, dayanamayarak kapısını Mathilda’ya açar ve küçük kızın hayatını kurtarır. Leon bir “temizlikçi” yani kiralık katildir. Filmin ilerleyen bölümlerinde Leon’un gençliğinde sevdiği kızı, kızın babasının -bu evliliği ailelerine yakıştıramadığı için- infaz ettiğini öğreniriz. Leon bu olaydan sonra kızın babasını öldürerek İtalya’dan Amerika’ya kaçar ve profesyonel bir “temizlikçi” olarak, saksıda özenle baktığı çiçeğiyle baş başa yalnız bir yaşam sürdürür: Arzuları burada donar ve geldiği bu yeni şehirden hiç ayrılmaz. Sağlıklı beslenen, spor yapan, kazandığı parayı harcayamayan “aşırı” profesyonel bir suikastçı ile on iki yaşındaki, sevgisiz bir ailede büyümeye çalışan Mathilda’nın yolları böylece kesişir. Mathilda kirli narkotik polislerinin infaz ettiği küçük kardeşinin intikamını almayı umarken Leon’un içindeki donmuş arzu denizi de ılımaya ve buzlar kırılmaya başlar. Odanın dışında güçlü, profesyonel, cesur olan Leon’un odanın içindeki kırılgan, naif ve nazik hali Mathilda için çekicidir.
|
Mathilda
dışarıdaki hayata, iktidara karşı Leon’un koruyuculuğuna güvenir ve o
güce hükmetmek ister. Sadece kadınlara özgü değil çocuklara da özgü bir
durumdur bu aslında. Belki de bu nedenle iki filmin bir ortak noktası
da şu slogandır : “Kadınlar ve çocuklar olmaz!”. Tony Montana da
gazeteciye yönelik bombalı suikast planından, arabaya gazetecinin karısı
ve çocuğu binince vazgeçmek ister ve uyuşturucu karteli ile çatışmayı
göze alarak, planı uygulamak isteyen kartelin adamını öldürmek zorunda
kalır.
|
Leon’un
da “temizlik” işinde Mathilda’ya öğrettiği ilk şeylerden biri “kadınlar
ve çocuklar olmaz” ilkesidir. Evet, Mathilda “temizlik” uzmanı olan
Leon’un öğrencisi olur, Leon başta itiraz etse de kendini on iki
yaşında bir kız çocuğuna suikastçı olmayı öğretirken bulur.
Mathilda’nın Leon ile olan ilişkisinin hem baba mesleğini öğrenen evlat
rolünü, hem de sevgili rolünü içerdiğini söylemek yanlış olmaz. Bu
şekilde gelişen ilişkinin vardığı noktada, Mathilda’nın Leon’a
okuma-yazma öğrettiğini, Leon’un kazandığı paraları emanet ettiği,
babasının arkadaşı olan işverenine Mathilda’yı mirasçısı olarak
tanıttığını görürüz. Filmin bu bölümlerinde ekranda büyük silahlar ve
namlular görünür. Mathilda Leon’un uzun yıllardan sonra ilk kez bir
yatakta uyumasını da sağlar, küsmüş ve korkmuş bir çocuğu ikna eden bir
anne gibidir belki de...
Leon
finale doğru, polis ablukası altındaki binadan Mathilda’yı ve saksıdaki
çiçeği kurtarmayı başaracak bir yol bulur. Fakat kendisinin kurtulma
ihtimali neredeyse yoktur; yine de çok “profesyonelce” çıkışa kadar
gitmeyi başarır. Çıkışta kirli polislerin lideri olan Stansfield onu
fark eder; Stansfield’ın eline, Mathilda’dan hediye olarak, bombanın
pimini sıkıştırır. Vücuduna sardığı bombaların patlamasıyla güçlü bir
katarsis ve boşalma yaşatır. Patlamanın alevleri sokağa kadar taşar.
Sanki, yıllardır susan, asosyal bir yaşam süren ve sıkışan Leon’un sesi
alev olarak sokağa boşalır. Bu sesin, isyanın, eleştirinin alevleri
polisleri ve tüm sokağı yakar. Bu aynı zamanda Mathilda’nın ve belki de
kadınların öfkeli çığlığıdır. Finalin sonunda Mathilda Leon’un
saksıdaki “köklenme” arzusunu temsil eden çiçeğini yatılı okulun geniş
bahçesinde toprağa diker.[5] Leon’un mezarını da kazmaktadır Mathilda...
|
Geveze
olan Tony Montana yeni bir yaşam arzusu ile Amerika’ya gelmişken, Leon
güçlü bir melankoli ve suskunlukla gelmiştir. Burada Freud’un Eros
(yaşam içgüdüsü) veThanatos (ölüm
itkisi) kavramlarını hatırlayabiliriz. Tony haz ve yaşam enerjisiyle
ölüme doğru itilmekteyken, Leon donmuş arzularının melankolisiyle ölümle
oynadığı sırada Mathilda’nın dokunuşuyla yaşama doğru patlar.
Ek
olarak, bu iki filmle ilgili internet görsellerini incelediğimizde
Zizek’in yukarıdaki arzu ve sinema ilişkisine yönelik tespitini daha iyi
yorumlayabiliriz. Fantezi yoluyla, arzulamayı öğreniyorsak; bu iki filmden ve antikahramanlarından öğrendiğimiz arzular nelerdir?
Yazıyı bir alıntıyla sonlandırıyorum: Bu iki filimin finali bana Jack London’ın Martin Eden romanının finalini hatırlatıyor. Romanın kahramanı ölüme doğru giderken Swinburne’ün aşağıdaki dizelerini okumaktadır:
“Bunca şevkle tutunmaktan hayata,
Serbest kalmış korkudan, ümitten,
Kaçar ve şükrederiz tanrılara;
Bu lütuf geldiyse hangisinden.
Bir canlı sonsuza dek ömür sürmez
Ölü adam hiçbir zaman dirilmez
En yorulmuş nehir bile dinlenmez
Veysel B. - Haziran 2017
[1] Kara
Şövalye/The Dark Knight (2008) filminde Joker’in, soyduğu bankanın
müdürüne söylediği cümleden bir parça ("...whatever doesn't kill you,
simply makes you... stranger") https://www.youtube.com/watch?v=c_LGhj958Bw
[3] “Freud’un ileri sürdüğü Haz ilkesi organizmanın
acı ya da ağrıdan kaçarak haz arayışına işaret eder. Doyum ve haz
amacına burada ve şimdi ulaşmak ister ve engellenmeye dayanamaz.
Doğuştan vardır ve olgunlaştıkça etkisi azalır. Benliğin gelişmesiyle
oluşmaya başlayan ve etkisi artan Gerçeklik İlkesigereksinmelerin dış gerçeklere göre ertelenmesini ya da doyurulmasını sağlar.
[4] Jouissance:
“Lacan’ın bu terimi yalnızca Türkçeye değil, başka dillere de
çevrilmesi son derece güç olan bir terimdir. İngilizceye bliss ve son
zamanlar da enjoyment olarak çevrilse de, çoğu kez bu terimler
jouissance’ın anlamını tam olarak karşılamakta yetersiz kaldığı için,
terim İngilizce metinlerde de zaman zaman Fransızca olarak bırakılır.
Jouir kökü, Fransızcada argo/cinsel bir anlamdan (“boşalmak”), hukuki
bir anlama kadar (jouir de droit=haktan istifade etmek) geniş bir
yelpazeyi kapsar. Jouissance Lacan’ın Freud’un “haz ilkesinin” ötesine
yerleştirdiği bir kavramdır. Freud’da haz bedensel/ruhsal bir gerilimin
boşalmasından ibarettir. Dolayısıyla haz, bir tatmin ve rahatlama
duygusuyla birlikte anılmalıdır. Oysa jouissance basit bir tatminin
ötesinde, bir “dürtü tatmini”dir; dolayısıyla imkânsızdır. Örneğin;
ilksel eksiğin (anneden koparılmış olmanın) giderilmesi arzusunun gerçek
bir tatmini yoktur, ancak psikotik bir durumda mümkündür bu tatmin;
oysa jouissance bu eksiğin giderilmesi fantezisini yaratarak kendini
Gerçek’te temellendirir. Haz, benliğin/tinin iç dengesini
kurmaya/korumaya yöneliktir; jouissance ise bu dengeyi daima bozarak
“haz ilkesinin ötesine” geçer. Acıda, ölümde, semptomların
sürdürülmesinde bulunduğu farzedilen paradoksal haz, aslında haz değil
jouissance’ın ta kendisidir.” Yamuk Bakmak, Slavoj Zizek, Metis Yayınları
[5] Hoş
bir tesadüfle araya giren bir alıntı: “Kadın, erkeğin gölgesidir ve
erkek bu gölgede yaşamak ister; yaşamak ister, çünkü sıcaklık ve renk
oradan gelir. Işık, ağaçların yapraklarının büyümesini sağlar, buna
karşılık köklerin gelişmesine engel olur ve bunlar ancak geceleyin daha
derinlere ilerleyebilirler.” Veda Yemeği (“Lucie ya da gölgesiz kadın” bölümünden), Michel Tournier, Ayrıntı Yayınları (Öykünün tümü için link)
[6] “Ölçü
ve kafiye düzenine uyarak çevirdiğim bu kıta, Swinburne’ün 1866
yılında yazdığı “The Garden of Prosperine” (Proserpina’nın Bahçesi) adlı
on iki kıtalık şiirin on birinci kıtası. Proserpina, Yunan
mitolojisindeki Persephone’nin Latin mitolojisindeki adı. Gölgeler
Vadisi de denilen ölüler ülkesinin
tanrısı
Hades (Lat. Pluto) tarafından kaçırılarak oranın kraliçesi olan toprak
ve bereket tanrıçası Demeter (Lat. Ceres) ile Zeus’un (Lat. Jüpiter)
kızı.(...)” (Çevirmen Levent Cinemre’nin notlarından) Martin Eden, Jack London, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Yorumlar
Yorum Gönder