Ahlâk Ağacı (Ahlat Ağacı filminin varoluşçu, logoterapik okuması)


ahlat ağacı afiş


Ahlâk Ağacı[1]
“Yaşamak için ayağa kalkmamışken,
yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.[2]
Henry David Thoreau
Diyaloglar
“Diyalog esasen (kökeni itibariyle) karşılıklı konuşmak demek değildir. Çünkü baştaki di, Latince di (iki) ya da Farsça dü (iki) kelimelerinden değil Antik Yunanca di ön ekinden gelir ve anlamı "içinden, ortasından" demektir. Diyalog, di (dia) ve logos kelimelerinden oluşuyor ki logos da legein (söylemek) kelimesinden türetilmiştir. Logos; Platon ile Aristo’da akılla kavrama, akıl ile söyleme, konuşma (temeli mantık); Herakletios’ta ise doğanın (değişimin) yasası demektir.
Buna göre diyalog; sözün idrakin içinden geçmesi, ayrılması, yarılması, çoğalması, bölünmesi, çeşitlenmesi anlamına gelir ki monologda da diyalog olanaklıdır.(...)”
Nuri Bilge Ceylan'ın yönetmenliğini yaptığı (8 ülkenin ortak yapımı olan, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın da önemli maddi destek verdiği, 2018 yapımlı, 3 saat 8 dakikalık ) “Ahlat Ağacı” filmi üzerine yazmaya niyetlendiğim bu yazıya, Abdül Aziz Üskübi dostumuzun “diyalog” kelimesinin kökeni üzerine yaptığı bu açılımla başlamak anlamlı geldi. Ceylan'ın son üç filmi üzerine yazılanların neredeyse hepsinde diyalogların altının çizildiğini görüyoruz. Dostumuzun diyalog üzerine yaptığı açılımın devamının da bu yazıya katkısını önemsiyorum:

“(...)Akıl ile kavrama veya değişim yasası demek olan logosun hemen yanında, duygu ile kavrama demek olan pathos (sempati, antipati vb. kelimeler de buradan gelir), toplumsal değerleri öykü yoluyla kavramak demek olan mitos (mit, mitoloji, öykü ve belki de edebiyat buradan doğar) ve karakterimizi inşa edip oluşturan ethos (etik) bulunur. Mitos; logos ve pathos'un eksikliğinden, onun yetersiz kaldığı yeri tamamlamak üzere neşet eder. Logos arttıkça (ama pathos arttıkça değil) mitos azalır. Böylelikle ethos, logos, pathos ve mitos ile insan, insan olur. Aristo retoriğinin sacayağı da ethos, pathos ve logostur.”
Evet, bu yazının niyeti de “ethos, logos, pathos ve mitos” üzerinden filmin kurduğu dünyayı ve insanları anlama ve yorumlama çabası olsun. Filmde dönüşümünü yakından izlediğimiz ana karakterinin entelektüel altyapısı üzerine verilen ipuçlarına da uygun olarak, varoluşçu bağlantıların izinden gitmeyi ve psikanalitik söylemden çok logoterapik söylemi kullanmayı tercih ettim.
Film, Sinan Karasu'nun (Doğu Demirkol) Çanakkale'de bitirdiği okulundan Çan ilçesindeki evine doğru olan yolculuğuyla açılıyor. Sonraları babası gibi sınıf öğretmenliğini okuduğunu ve “atanamamayı” beklediğini, yazdığı bir kitap olduğunu ve bu kitabı bastırmak ve dağıtmak istediğini de öğreniyoruz. Neredeyse hayatının tek anlamının bu kitap olduğunu söyleyebiliriz; diğer tüm iş ve ilişkilerine karşı genel kayıtsızlık halini film boyunca görüyoruz. “Logoterapi”nin[3] kurucusu Viktor E. Frankl'ın toplama kamplarındaki ağır deneyimlerini anlattığı ve logoterapiye giriş yaptığı “İnsanın Anlam Arayışı” kitabından bildiğimiz gibi, kendisini o zor şartlarda hayatta tutan önemli nedenlerden biri de yazmayı düşündüğü kitaptır.[4] Sinan'ın ilerleyen sahnelerde iyice açığa çıkan, varoluşçu felsefi söylemi de kattığımızda, varoluşçu psikoterapi ekolü olan logoterapinin yazı boyunca “diyalog”a katkısı önemli olacaktır; psikanaliz anlamı dışlarken[5] logoterapinin logos'u anlamdır.

(Uyarı: Bundan sonrası yoğun spoiler içerir)
Sinan'ın babası İdris'in (Murat Cemcir) idealist bir öğretmen olarak mesleğe başladığını oğluna öğretmenliğe ilk başladığı günleri anlatırken öğreniyoruz. İdris öğretmen “terör”ün yoğun olduğu yıllarda mesleğe başladığını öğreniyoruz. Bu ifadeden de 90ların başları olduğunu tahmin edebiliyoruz. İdris öğretmen şakayı ve gülmeyi seven, doğaya dönük ve otoriter ol(a)mayan bir baba. At yarışı alışkanlığının kumar illetine dönüşmekte olduğunu, bundan dolayı eşi Asuman'ın (Bennu Yıldırımlar) evin sorumluluğunu büyük oranda sırtlandığı bir aile atmosferine giriyoruz. Sinan'ın kız kardeşi Yasemin'in hırçınlığı da ev atmosferinin yüküne eşlik ediyor. İdris öğretmenin, Sinan’ın kitabı gibi, hayatına anlam katan önemli bir amacının olduğunu da öğreniyoruz; su bulma umuduna kimseyi inandıramadığı, eski bir su kuyusunu kazmak. Bulduğu su ile de çorak bölgeyi yeşertmek. Emekli ikramiyesi ile borçları kapatıp, aileyi rahatlattıktan sonra, doğaya dönmek. Kuyudan çıkarılmaya çalışılan taşın tekrar dibi boylamasının da ilhamıyla, Albert Camus “Sisifos Söyleni”nin sonunda dediği gibi, “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”...
Filmin ilk 20 dakikası içerisinde, Sinan'ın dedelerini ve anneannesini tanıyoruz. İdris öğretmenin babası Recep'in (Tamer Levent), Sinan'la birlikte kuyudaki bir taşı çıkarmasına yardım ederken, kurbağayı incitmeden kenara koymak isteyen oğluna tepkisinin sertliği birden yüzümüze sert bir tokat gibi çarpıyor. Babası, İdris öğretmenin bu güleç, şakacı, çocuksu ve romantik tarafına karşı şaşkın ve usanmış, köylünün dalga geçmesi dışında pek bir derdi de olmayan biridir. Recep Dedenin sertliğine tezat bir şekilde Asuman'ın babası emekli imam Ramazan'ın (Ercüment Balakoğlu, film gösterime girmeden hayata veda etmiş) yumuşaklığı, belki de Asuman'ın annesi Hayriye (Özay Fecht) ile Asuman'ın kaderlerinin benzerliğine işaret ediyor. Hayriye Nine de Asuman gibi evin sorumluluğunu sırtlanmıştır. Ramazan Dede'nin arkasını toplamak da onu ayakta tutar. Bir nevi "bağımdaşlık mirası" taşınmış gibidir.
Film bu geniş aileyi bize tanıtırken, ailenin ve Sinan'ın zamanın ruhu olan sosyo-ekonomik “güvencesizlik”lerini sürekli hissettirirken (Asuman İdris'in emekli “olamama” ihtimaline karşı tetikte), dört kişilik bu ailenin köklerinden ve topraktan neden uzaklaşamadıklarına da işaret etmiş oluyor.
Aile ve diğer ilişkilerine kayıtsız olan Sinan'ı birden belediye başkanının makamında görüyoruz. Kitabını bastırmak için belediyenin sponsorluğunu talep ediyor. Babasının kuyudan taş çıkarması gibi o da yılmıyor. Film günümüzde geçiyor ve siyasi, ekonomik atmosferi olabildiğince yansıtmaya çalışıyor; belediye başkanının bu görüşmedeki “akışkan” tutumu da bu atmosferi tamamlar nitelikte. Sinan'a bu desteği veremeyeceğini ustaca söylerken, onu “maden ocağının” yanındaki “kum ocağını” işleten turizmci İlhami'ye yönlendiriyor. Bu görüşme parodi gibi dursa da, edebiyatın (taşradaki) ekonomik kaynaklarına vurgusu gerçekçi diyebiliyoruz. Sinan istekliliğini sürdürüyor ve kum ocağına da uğruyor, İlhami'yi bulamıyor. Dönüş yolunda madenin çoraklaştırdığı alanın genişliği, kentsel dönüşümün taşradaki karşılığı diyebileceğimiz, kırsal dönüşümü açıkça işaret ediyor. O çoraklaştırılmış manzaradan bir vahaya doğru çekiyor kamera bizi ve yolda yeni bir oyuncuyla karşılaşıyoruz: rüzgâr...
“...Rüzgârdandır kadınlar, savururlar savrulurken...”[6]
Film boyunca kullanılan tek müziğin ilk notalarını duymaya başlarız, Bach’ın eserinin[7] ilk notalarıyla beraber köy çeşmesinin başından Hatice (Hazar Ergüçlü) “Sinan” diye seslenir bize. Yazının girişindeki “diyalog” açılımında geçen “ayrılma ve yarılmayı” bu sahnede güçlü bir şekilde hissederiz. Eski sınıf arkadaşını gören Sinan yine kayıtsızdır, cesur davranan Hatice'dir; hem muhabbetin seyrini hem de eylemin seyrini değiştirendir. Sinan taşra sıkıntısını anlatıp oralarda kalmayacağını anlatırken, Hatice'nin “Sen kurtar kendini, biz başımızın çaresine bakarız” serzenişini “Herkesin kendi seçimi” diyerek savuştururken, yine varoluşçu söylemi kayıtsızlığını akılcılaştırmak için kullanır. Varoluşçuluk insanı özgürlüğe mahkûm ederken tüm insanlara karşı da sorumlu kılar. "İnsanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm" diyerek Sinan’ı ele almaya çalışsak da zorlanıyoruz; Sinan insanı savunmuyor ve sevmiyor. Sinik ve nihilist bir varoluşçu söylem içinde; eğer zarar görmeyecekse, düşene bir tekme atmaya da hazır görünüyor. Her ne kadar Sinan daha çok Camus’nün yolunda görünse de, Sartre burada yardımımıza koşuyor “Bilinçli bir varlık olan insan, 'ne değilse odur, ne ise o değildir.' Yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme kapasitesi vardır.”
Bu karşılaşmanın ikinci bölümü, Hatice'nin Sinan'dan bir sigara yakıp vermesini istemesiyle başka bir boyuta geçer. Evet, Hatice de 'ne değilse odur, ne ise o değildir.' Başındaki örtüyü çıkartırken dipnottaki şiirden seslenir; “İşte soyunuyorum sana”, derken, “Bir kadının soyunurken çıkarttığı sesi / Duy. Rüzgâr otlara diz çöktürüyor!” diye devam eder; fakat Sinan duymaz; rüzgâr duyar, yapraklar duyar. Hatice'nin açık saçlarının rüzgârla savrulması da Sinan'ın içindeki donmuş buz denizini hâlâ kıramamıştır. Yönetmen rüzgâr ve yaprakların bu hareketleriyle Sinan'a “Bilmeye cüret ediyorsun, eyleme de cüret et be adam” der gibidir. Evleneceği adamın eski sınıf arkadaşı Rıza olmadığını öğrendikten sonra bile, Hatice fikrini sorduğunda, Sinan ona “Kalbinin sesi ne diyor peki?” diye sorar. Peki, Sinan'ın kalbinin sesi ne diyor, uzun zamandır onu duyan mı var sanki... Sonbahar biterken, kış yaklaşırken, dudağında bir veda ısırığıyla baş başa kalır Sinan.
“Duyulmayan Anlam Çığlığı” kitabında Frankl şöyle demiş, “Salt kendini anlatmayla kısıtlı bir diyalog, insan gerçekliğinin kendini aşma niteliğine katılmaz. Gerçek karşılaşma, logos'a[anlam] açık olan, tarafların logos'a doğru kendilerini aşmasını mümkün kılan ve hatta bu tür karşılıklı kendini aşmayı özendiren bir ortak-varoluş modudur.
Kendini aşmanın, sadece gerçekleştirecek bir anlam arayışı değil, sevilecek bir başka insan arayışı anlamına da geldiği unutulmamalıdır. Karşılaşma insan, sevgi ise kişisel düzeyde gerçekleştiği ölçüde sevginin karşılaşımın[encounter] ötesine uzandığına kuşku yok. Genel anlamıyla karşılaşma, karşımızdakinin insanlığını görmemizi sağlarken, onu sevmek daha fazlasını (karşımızdaki insanın temel eşsizliğini) gösterir. Bu eşsizlik (benzersizlik), kişi olmanın yapısal özelliğidir. Ama kendini aşkınlıkta, insan ister anlam gerçekleştirmeyle, ister sevgiyle karşılaşımla kendini aşsın, bu özellik eşdeğer ölçüde vardır: ilkinde kişisel olmayan bir logos söz konusuyken; İkincide kişisel bir logos -deyiş yerindeyse ete kemiğe bürünmüş bir logos- söz konusudur.”[8] Belki de bu anlamıyla, filmin diyaloğa özendiren karşılaşım şansı bu sahnedeydi. Rüzgâr harika oyunuyla Hatice'nin cesaretini sinema salonunun en köşelerine kadar taşırken “kendini aşma potansiyeli” ruhumuzu da okşuyordu.
 Herkes stresini başkasından alıyor”
Sinan, atanamayan ve çevik kuvvet polisi olan kankasıyla telefonda konuşurken, arkadaşı “ezilmişliğimizin stresini insanlardan çıkarıyoruz” diyerek, sıkıştırdıkları öğrencileri bazen nasıl dövdüklerini anlatıyordu. Sinan da hayatın teorisini şöyle formüle ediyordu: “Herkes stresini başkasından alıyor.” Zamanın ruhunu vermesi açısından ve varoluşçu felsefenin “kendini aşma” yolunda insana sunduğu kapasiteyi boğması açısından önemli bir sahneydi, bir “diyalog” değildi. Filmde sık sık kullanılan uzun yürüyüşlerden biri de bu sahnede kat ediliyordu.
“Akışkan Modernite”[9] kitabında Zygmunt Bauman, bireyselleşmeyi ele alırken iki tür otonomiden bahseder; de jure (yasal, kanuni) ve de facto (pratikte, uygulamada). Bireyselleşmenin/modernitenin insanın kimliğini bir şeyden, bir göreve dönüştürürken, bu görevi yerine getirmeyi ve tüm sonuçlarıyla (yan etkileriyle) başa çıkmayı aktörlerin omuzlarına yükler ve bunun için gerekli olan de jure otonomidir; de facto olması önemli değildir, diye ekler. Kaçınılmaz bir yazgı olarak bireysellik ile insanın kendini gerçekçi ve pratik bir şekilde var etme kapasitesi olarak bireysellik arasındaki fark gittikçe açılmaktadır, dedikten sonra, kendi kararlarını alabilen, kendine yeten bireyler ile “bireyleşme süreci tamamlanmış gibi davranmaktan başka seçeneği olmayan insanları” birbirinden ayırt etmeyi sık sık vurgular. “Bireyselleşme kazanında kaynatılan o lezzetli özgürlük çorbasının içine mide bulandıran bir çaresizlik sineği düşmüş durumda; bir tür iktidarsızlık olarak görebileceğimiz bu çaresizlik, özgürlükle birlikte geleceği beklenen güç ve yetki nedeniyle çok daha iç bulandırıcı ve rahatsız edici hissedilmektedir.” satırları bizim (anti)kahramanımız Sinan'ın çelişkisini ortaya koymak açısından yerine oturuyor.
Sahnenin devamında Sinan'ın ve eski sınıf arkadaşı Rıza'nın Hatice'nin kuyumcuya gelin gittiği seyrettiğini görüyoruz. Dört-beş arkadaş su kenarına inerler. Hatice'nin eski sevgilisi Rıza’nın hüznüne karşı Sinan'ın iç sesini, kitabının anlatısı olarak, duyarız ve bir kere daha Sinan'ın duyguları nasıl akılcılaştırdığına ve varoluşçu söylemi bu işe nasıl kattığına şahit oluruz. Klişe tabirle Sinan'ın “bağlanma problemi” olduğunu söyleyebiliriz. Kıskançlık üzerine geçen tartışmanın kavgaya dönüşmesinden sonra, Sinan evindeki dolabı açıp, dolap kapağının iç tarafındaki aynada yüzündeki yara bereyi kontrol ettiğinde, aynanın yanında duran Camus’nün fotoğrafı da Sinan'a bakar. Camus, Beckett, Sait Faik ve Sinan'ın aynadaki yüzü beraber Sinan'a bakarlar. Baudelaire'in Paris Sıkıntısı kitabının Fransızca baskısının kapağının Sinan'ın arka planına nasıl oturduğuna da belki taşra-merkez “diyaloğunda” tekrar bakabiliriz. Herkes stresini başkasından alıyor teorisi, Sinan'ın Rıza'nın hüznü karşısında susmamasını ve üstüne gitmesini de açıklayabiliyor.
Burada psikanalitik söylemden biraz yardım alarak Sinan'ın bu patavatsızlığını, sınırsızlığını, yargılayıcı, acımasız tonunu biraz daha iyi anlayabiliriz. Sinan'ın babasının anti-otoriter, çocuksu kişiliği bize bir ipucu olabilir. Lacancı yoruma göre, özneleşme sürecindeki insan yavrusu, imgeselden simgesel (toplum, dil) geçerken “babanın adı”na ihtiyaç duyar. Babanın adı kabaca, yasayı, özneleşen yavruya geçiren otoritedir diyebiliriz. Çocuğu anneden koparabilen, sınırları hatırlatan, “hayır”, “yapma” diyen otorite, işlev diyebiliriz. Özneleşme sürecinde bu anlamda işlev yeterince çalışmadığında, öznenin, simgesele (toplumsala, dile) değil imgesele (kendine, kendi tutarlılığına) dönük oynadığını, toplumsal anlamda sınır ihlallerini görebiliriz. Sinan bu anlamda, psikotik tarafıyla, patavatsızlığıyla, aklına geleni söylemesiyle, alayıyla, sevmemiz zorlaşıyor, bir (anti)kahramanı oynuyor. Sınır/yasa oluşmayınca arzu da oluşmuyor; özne arzulayandır. Sinan'ın duygusal empatiye kapalılığını da bu alana ekleyebiliriz. Empati kuramayanla empati kurmamız gerekiyor bu durumda; Sinan insanları sevmiyor değil sevemiyor da diyebiliriz. “Buharlaşan”, “maternalleşen” babalar ve bunların toplumsal koşulları hakkında Özgür Öğütcen'in yakın zamanda yaptığı detaylı sunum önemliydi kanımca.[10]
Atama yoluyla bireyselleşme” ve Atanamayanlar ve Paris’in sıkıntısı
Yürüyüş sahnelerinin bol kullanıldığı filmimizde bu sefer, Sinan ve babası İdris Öğretmeni KPSS sınav sabahı yolda yürürlerken görürüz. Sinan sınava hazırlanmamıştır. Yolda giderken üç yüz bin atanamayan öğretmenden ve doğuda,  ücra köylerdeki öğretmenliklerin bile aslanın ağzında olduğundan bahseder babasına, işler “sizin” bildiğiniz gibi değildir artık. Bauman, “Akışkan Modernite” kitabında “Atama yoluyla bireyselleşme” ile “ insanın kendini gerçekçi ve pratik bir şekilde var etme kapasitesi olarak bireysellik” arasındaki farkın açıldığını söyler. Tüm yükü sırtında hisseden bireyin çaresizliğini vurgular. Kamusal alan artık bu gibi konuları ele almak için gittikçe işlevsizdir. Güvencesizliğin, işsizliğin, işsizlik korkusunun zamanın ruhundaki ağırlığını tüm film boyunca hissediyoruz. Bu yönüyle taşra, merkez, ücra gibi ayrımlar kalmamıştır. Sinan Çan'dan nefret etse bile, şairin “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın” dizelerini anlıyor gibidir.
Sarı Yelekliler'in kasıp kavurduğu Fransa ve Avrupa ikliminde bile bundan kaçış yoktur. Proletarya güvencesizleşerek “prekarya”laşıyor günümüzde.  Belki de dolabında gördüğümüz “Paris Sıkıntısı” kitabının Fransızca kapağını bu anlamda okuyabiliriz. Hayaller Paris, ama gerçekler de Paris. Taşra-merkez üzerine bir “diyalog” olarak birçok şey söyleyebilecek olsak bile, bu anlamıyla sıkıntının “global”leştiğini ve sorumluluğu bireylerin üzerine yıkan “akışkan modernite”de, kamusal talebin yapılacağı alanın ve muhatabın kalmadığını görüyoruz; doğrudan eylem dışında seçenek kalmıyor. KPSS sınavında iyi bir puan tutturacak, ataması yapılacak ve öğretmenliğe başlarsa, en fazla babasının kaderini yaşayacak. Sinan gibi bir karakterin öğretmenlikte uzun süre, atılmadan, dilini tutabilmesi de zor olurdu herhalde.  Tüm bunların yerine, iktidarla “suç” ortaklığı içinde, polis olarak var olabilmek daha makul gelmeye başlıyor. Belki bu anlamda yazarlık ve yazmak oynanabilecek son bir kumardır. Filmde öğretmenlik-polislik seçenekleri arasında Sinan'ı söylemde sıkıntılı görmüyoruz; ama, karakterin bütünlüğü içinde baktığımızda, içerde önemli bir “diyalog”un yaşandığını tahmin edebiliriz. Çevik kuvvet polisliği yapan arkadaşı ile telefonda konuşurken “bu dünya hacı, çok kahpe dünya” diyen arkadaşıyla hem fikirdir, fakat yine de arkadaşı Sinan’a öğretmenlik yapmasını salık verir. Öğrencilere fiziksel şiddet uygulayan bir polis olur muydu acaba Sinan? Film boyunca, Sinan'ın fiziksel şiddete yönelik bir tavrını ve pratiğini görmüyoruz; kız kardeşi ile ev içinde yaşadığı bir sahne dışında. Çevredekilerin -belki de babası gibi- deli olarak ele aldığı otodidakt bir kişi. Eklektik, klişe söylemleri makinalı tüfek gibi kullansa bile, “kendini aşma” kapasitesini yok saymak haksızlık olurdu. 

“Olgular yoktur, sadece yorumlar vardır”
Babası sınava uğurlama bahanesiyle yoldaşlık ederken, Sinan’dan para da tırtıklar. Sınava zaten hazırlıksızdır, şansı yaver giderse, en fazla babası gibi olabilecektir. Kayıtsız bir tutumla sınavdan erkenden çıkar ve sahildeki çay bahçesine gider. Boktan seçmeli oyunda bir seçeneği daha elemiştir. “Yoksulluğunda postmodern bir ambiyans hissettiği” piyangocu Nevzat abiyle olan “karşılıksız” diyaloğu izlemek de keyifliydi. Nevzat abinin akıcılığı, sahiciliği sahneyi parlatıyordu: İki yüz elli liranın tüm sorunlarını halledeceğine beni inandırdı Film ekonomik krizin alenileştiği dolar krizinden önce çekilmiş olmasına rağmen, ekonomik daralmayı hissettiriyordu. Bolluk içinde bir dünya yoktu filmde.
Sinan’ın, aile yadigârı kutsal kitabı kitapçıya “okuturken”,  “bölgenin en tanınmış yazarı” Süleyman (Serkan Keskin) ile karşılaşması yine filmin uzun yürüyüşlü diyaloglarından birine dönüşecektir. Sinan’ın burada da devam eden “uyumsuz”[11] tavrı, Tahsin Yücel’in “Sisifos Söyleni” kitabının girişinde yaptığı açıklamaya götürüyor bizi. Film boyunca “absürt” gelen diyalogları ve tipleri bu açıdan ele alabiliriz. Sinan’ın film boyunca birçok şeyi aynılaştırdığını, değersizleştirdiğini görüyoruz. Buradan kendine bir konfor alanı yarattığını ve kendi eylemlerini ya da eylemsizliğini akılcılaştırdığını da iddia edebiliyoruz.  Süleyman’la konuşmasında üstat diye bahsettiği Nietzsche’nin “Olgular yoktur, sadece yorumlar vardır” düsturu da bu tutumunu destekliyor. Sinan kitabını, “Yaşam kültürü üzerine sayıklamalar, kendi üzerine kitlenmiş oyuncaklı bir meta-roman” diye tanımlarken, filmdeki üst kurmaca hakkında da ipucu vermiş oluyor. Burada edebiyatın Sinan için anlamına da bakma fırsatımız oluyor; kitabının yerelden uzaklığını vurgularken, taşra-merkez ikiliğinden kendini edebiyat aracılığıyla sıyırdığını görüyoruz. "Taşra ve Edebiyat Sempozyumu”na katılmayıp bildiri gönderen taşralı yazarın “Edebiyatın taşrası merkezi yoktur. Varsa da dildir, kalemin kâğıda değdiği yerdir”[12] söylemini aklında tutması da bunu perçinliyor. Süleyman kitabı hakkında sorular sorarken “yerel”e karşı tavrını da görmüş oluyoruz. Sinan evrenselle bağlantısını edebiyatla, insan ve varoluş sıkıntısı üzerinden, kuruyor diyebiliriz. “Su katılmamış taşralı” yazarın “mutlak bir yalnızlık” talebinin Sinan da altını çiziyor; oysaki, üstat diye andığı Nietzsche, Ecce Homo’da bu izolasyon fikrini daha da geliştirmiştir: Yazma sürecine girdiğinde diğer fikirlerden etkilenmemek için okumayı bıraktığını ve okumanın onun için dinlenme olduğunu söyler. Zamanla okuduğu yazar ve eser sayısının da çok azaldığını, belli başlı eserleri tekrar okuduğunu da ekler. Sinan’ın odasındaki kitaplara baktığımızda, böyle bir “mutlak yalnızlık”a pek de uygun beslenmediğini görüyoruz.
Sinan, edebiyat ve yazma serüveni üzerine “klişe” konu ve tutumları konuşurlarken, “vicdanında halledebiliyorsan her şey mübah Sinan” diyen Süleyman’a itiraz etmez. Merak ettiği önemli konulardan biri de, aile yadigârı kutsal kitabı kitapçıya “okutmasının” “alçaklık” olup olmamasıdır. Kadim “Tanrı öldüyse her şey mübah” “diyalog”unun bu masada da devam ettiğini görüyoruz. Fuentes, Diana kitabında, sadakatinin asıl adresini “edebiyat” olarak vermişti.[13] Edebiyat ve sanat söz konusu olunca her şey mübah mı? “Edebiyat” kelimesinin kökeninde “adap, edep” olduğunu hatırlamakla yetinelim burada; zaten uzun süredir bu konu Türkiye’nin de gündeminde.
Kitapçıdan çıkıp köprü üstüne doğru yürürlerken devam eden diyalog, köprünün ortasına geldiklerine doruğuna ulaşır. “Meta-roman” ile aynı adı taşıyan filmde, rüyalar ile gerçeklik devamlılık içinde sunulmuş; Sinan’ın mimiklerindeki farklılığa da bakınca, deliliğiyle de ilişkilendirmek olası. Truva Atı heykelinin içinde yakalandığı rüyasını birçok şekilde yorumlamak mümkün görünüyor.  Yaptığı ve yapacağı seçimlerin/edimlerin korkusu ya da suçluluk ve utancı diyebiliriz. Truva Atı’nın içini anne rahmi olarak ele alabiliriz; fakat, psikanalitik ihtimaller yerine ben burada köprüye odaklanacağım. Sezar’ın, ordusuyla Rubicon Irmağını geçerek Roma’ya ilerlerken, “Alea iacta est” (Zarlar atıldı) dediği rivayet edilir. Dönüşü olmayan bir yola girildi, ok yaydan çıktı gibi manalara gelen “Rubicon’u geçmek” deyimine de kaynaklık ediyor bu rivayet. Sinan da, belki kumarbaz babası gibi, zarı atmıştır artık, dönüşü yoktur bu işin. Süleyman’la muhabbetinde Sinan’ın ağzından “utanç”, “alçaklık” gibi değerler dünyasına ait şeyler duyuyoruz. Devamında babasını ganyan bayisinde yakalayınca da “rezil olmaktan, rezil edilmekten” bahsediyor. Oysaki babasının kazdığı kuyu için yardım aldığı ve  köylünün bedavaya çalıştırdığı deliye bile hakkını verdiğini biliyoruz. Evet, babanın at yarışı alışkanlığı kumar bağımlılığına doğru gitmektedir; fakat yine de iyilik ve paylaşım konusundaki saflığıyla, hümanizmiyle kendini aşabilecek potansiyeli ve gücü vardır.
“Zaman dediğin sessiz bir testere”
Sinan’la annesi, babası üzerine konuşurken, birden konuşma bir yarılmaya uğrar,  “diyalog”laşır. Asuman, oğlunun babası ile ilgili aşağılamalarına karşı İdris öğretmeni savunmaya geçer. Asuman, İdris öğretmenin geçmişteki saygınlığını ve heveslerini hatırlar fotoğraflara bakarken.  “Biz senin için hiçbir şey yapmadık mı yani?” diyerek Sinan’ı nankörlükle suçlar. Sinan’ı üniversiteye gönderenin de İdris öğretmen olduğunu anlarız. “Bir istediğinizi iki etmezdi”, “bir kere bile vurmadı size” diyerek İdris öğretmenin yumuşak, sevecen, paylaşımcı tarafının altını çizer. Sinan ise bugünkü çilekeş yaşamlarını hatırlatır. Sinan geleceğin ve bugünün baskısı altında ezilirken, Asuman bugünün baskısını geçmişten destek alarak göğüsler. Gelecek için ise İdris’in emeklilik ikramiyesi vardır.
Victor. E. Frankl logoterapinin zamanla ilgili anlayışını anlatırken, varoluşçuluğun geçmiş ve gelecekten öte bugüne bakmasının aksine, logoterapinin asıl sahip çıktığının geçmiş olduğunu söyler. Kum saatinin üst kısmındaki kumların geleceği, ortadaki dar boğazdan geçen kumların bugünü ve alt kısmında biriken kumların da geçmişi temsil ettiğini söyler.[14] Denemenin devamında aşağıda vereceğim uzun alıntı anne ile oğlu arasındaki çatışmaya logoterapinin bakışını daha iyi anlatacaktır. Sonraki sahnelerden birinde, Asuman’ın “bugünkü aklımla olsa yine babanı seçerim” tutumundaki iradeyi de anlamamıza yardımı olacaktır:
“Yaşamın yadsınmaz geçiciliği konusunda logoterapi, bunun gerçekte sadece bir anlamı gerçekleştirme olasılıkları, anlamlı bir yoldan yaratma, yaşama ve acı çekme fırsatları için geçerli olduğunu savunur. Bu olasılıklar bir kere gerçekleştikten sonra geçici olmaktan çıkar, çünkü geçmiştir, geçmişte kalmıştır, yani bir anlamda hâlâ vardır, yani geçmişin bir parçası olarak vardır. Hiç bir şey bunları değiştiremez, olmamış kılamaz. Bir olasılık gerçekliğe dönüştükten sonra, "sonsuza kadar" böyle kalacak demektir.
Bu noktada logoterapinin, varoluşçuluğun "bugünün kötümserliğinin" karşısına "geçmişin iyimserliğini" nasıl koyduğunu görebiliriz. Bir keresinde aradaki farkı şu benzetmeyle dile getirmiştim: "Kötümser kişi, her gün bir yaprak kopardığı duvar takviminin her geçen günle daha da inceldiğini korku ve hüzünle gözleyen bir adama benzer. Öte yandan yaşamın sorunlarıyla aktif bir mücadele içinde olan kişi, takviminden her gün bir yaprak koparan, ama yaprakların arkasına günlük notlar alarak öncekileriyle birlikte dosyalayan bir adama benzer. Böylece bu notlardaki zenginliği, dolu dolu yaşanmış olan bir yaşamı gurur ve sevinçle düşünebilir. Yaşlandığını fark etmesi neyi değiştirir? Gördüğü genç insanlara imrenmesi veya kendi kayıp gençliğinin nostaljisine kapılması için bir neden var mı? Genç bir insana neden imrensin ki? Genç insana açık olasılıklar, onu bekleyen gelecek için mi? "Hayır, teşekkürler" diye düşünecektir. "Olasılık yerine benim de geçmişimdeki gerçeklik var, sadece yapılan işlerin ve yaşanan aşkların değil, cesurca göğüslenen acıların gerçekliği. İmrenme uyandırmasa da en çok gurur duyduğum da bu acılardır."
Öte yandan gençler de, genç yönelimli bir toplumun yaşlılara yönelik evrensel aşağılayıcı tutumuyla kirlenmemelidir. Aksi takdirde, gençler, yaşlanacak kadar şanslı olurlarsa, yaşlılara yönelik aşağılamanın, kendini aşağılamaya dönüştüğünü mutlaka göreceklerdir.”
Apartmanda taşımacıların yardım istemesi sırasında, Sinan’ın kitapçıya “okuttuğu” kutsal kitabın parasından üç yüz liranın kaybolması ya da çalınması sonrasında yaşananlar da Sinan ile babası arasında ahlâk üzerine “diyalog”un parçası oluyor. İdris öğretmenin “para için kalp kırmaya değer mi” tepkisine karşı Sinan’ın verebileceği bir cevap yok. Paranın kaybolması sahnesinde yine sahneye esinti ve rüzgâr çıkıyor. Filmin leitmotivleri rüzgâr/esinti ve Bach’ın eserinin duyulması dersek yanlış olmaz sanırım. Babanın otoritesizliği bu aile içi tartışmada da net olarak görünüyor. Kızının “çok komik di mi baba, çok komik” demesi İdris’in yerli yersiz gülmesinin bir daha altını çiziyor.  Sinan’ın öfkesi iyice görünür oluyor bu sahnede. Kız kardeşi ve babasının, yazdığı ve bastırmak istediği kitaptan haberi olmadığını da öğreniyoruz; annesinin haberi vardır, o da pek önemsemiyor gibidir.

“Bugün öğrendiğin yarın işe yaramıyor”
Sinan daha önce, belediye başkanının yönlendirmesiyle gittiği kumcu İlhami’nin ofisinde kitabı için destek aramaktadır. Yine klişe bazı konular konuşulur. İlhami piyasanın acımasızlığını, hayatta kalmak için değişime ayak uydurmanın önemini, deneyimlerinden yola çıkarak Sinan’a karşı salvolar biçiminde kullanır. Üniversite mezunu arkadaşlarının çaresizliklerinden, onun gibilere olan muhtaçlıklarından bahseder. Destek yerine yine nasihat alır Sinan. “Akışkan Modernite”nin kıvraklığını İlhami üzerinde de görebiliyoruz.
Bauman ve benzer şekilde çağımızın iklimini anlamaya çalışan ve eleştiren düşünürler, makineleşmenin, otomasyonun gittikçe yaygınlaştığı günümüzde, “eğitimli” insana olan ihtiyacın azaldığını vurguluyorlar. İnsan değil operatördür aranan artık. Bauman güvencesizliği, işsizliği ve güvenlik ihtiyacını vurgularken, kamusal alanın bireyselleşerek bu tür talepler için muhatabın kalmadığını söylüyor.
“Bugün öğrendiğin yarın işe yaramıyor” diyen İlhami ile “Dün dündür, bugün bugündür” demekten vazgeçip “Dünün güneşiyle bugünün çamaşırları kurutulmaz” diyen Demirel’in söylemini, mevcut iktidarın her gün değişen iç ve dış politika manevralarında, koalisyonlarında görebiliyoruz. “Değişim” kelimesi neoliberal savrulmayla barışık muhafazakârlarının da ağzından düşmeyen bir sakızdır artık; kişiliksiz tavırların akılcılaştırılmasının en önemli aracıdır.  Belki de ben bu yazıyı yazarken, yaşanan krizden dolayı, İlhami kum işini bırakmış gıda veya sağlık sektörüne geçmiştir…
Oysaki, filmde de gördüğümüz gibi değişimin bir de “hız”ı vardır. Üç kuşak bir aradadır, fakat armut dibine düşmüyordur; miras ahlat gibi aktarılıyordur artık. 80’leri yaşamış dedeler(12 Eylül ve Özallı yıllar), 90’ları yaşamış baba (Sovyetlerin dağılması, OHAL’li yıllar ve AB süreci)  ve milenyum çocukları (11 Eylül, Irak işgali, uzun süreli AKP iktidarı, Gezi, 15 Temmuz, IŞİD, OHAL’li yıllar, AB sürecinin sönmesi). Tüm bu hızlı değişimler içinde yaşanan ekonomik krizler ve fırsatlar… Filmde ülkenin, dünyanın ve çağın ikliminde önemli etkisi olan göçmenleri, mültecileri göremiyoruz. Taşra bu anlamda yabancı ile daha az temas ederek eksikliği çok vurgulanan “güvenlik” sorununu ve ihtiyacını birebir yaşamıyor görünüyor. İnsanların da birbirlerine ayıracak zamanları olduğunu görüyoruz. Belki de üç kuşağı bir arada tutan ya da getiren gücü buralarda arayabiliriz. Taşra dünyanın ve ülkenin değişiminden büyük ölçüde etkileniyor; fakat, taşranın izolasyonu ve kökleri hâlâ, yabancı olmayanlar için yaşam üçgeni işlevini sürdürüyor.    
“Senin iyilik anlayışın ne?”
Evdeki para “çalınması” olayından sonra, İdris öğretmenin Sinan’a karşı tavrında bir değişiklik görürüz. Bir şeyleri umursadığını görmediğimiz baba, oğlunun bu olay karşısındaki tavrına karşı tepkilidir, belki de baba olarak oğluna aktardığı ahlâk anlayışının sorumluluğunu hissetmektedir. Sinan anneannesinin evlerine giderken babanın dış avlu kapısını onardığını gördüğünde ve yardım istediğinde babasını her zaman olduğu gibi iğneler. İdris öğretmenin kumar sorunundan dolayı kaybettiği itibarının telafisi olarak kapıyı onardığını söyler ve eleştirir. İdris öğretmen, film boyunca alışık olmadığımız bir şekilde, oğlunun iyilik ve ahlâk anlayışını sorgular, “Sırf iyilik olsun diye yapılamaz mı?” diyerek Sinan’ı sıkıştırır. Bu arada Sinan bastıracağı kitabın masrafları için ihtiyarların evinin zulalarını kontrol etmektedir, tıpkı bir kumarbaz ya da bağımlı gibi. Sinan babasının onardığı kapının sövesine yaslanıp düşünürken yine Bach’ın müziğini duyarız, yine Sinan’ın içinde bir “diyalog”, yarılma olduğunu hissederiz. Vicdanıyla baş başadır ve halledebiliyorsa her şey mübahtır. Köyün tepelerinde tek başına yürümektedir Sinan. Tepede emekli imam dedesinin, köyün imamının ricasını kıramadığı için, okuduğu ezanı duyar. Tüm köye yukarıdan bakmaktadır.
Köye, babasının kazdığı kuyunun yanına geri döndüğünde, babasını ahlat ağacının altında hareketsiz görür. Ağacın üstünde bir ip sallanmaktadır. Babasının intihar ettiğini düşünen Sinan, sağına soluna bakar, uzaktan baktığı ağacın yanına gitmeyerek geri dönmeye karar verir. Yine rüzgâr esintisinin sesini duyarız. Duygularını akılcılaştırarak yoluna devam eden Sinan, bu sefer devam edemez; duyguları onu nefessiz bırakmıştır; geri döner ve toprak ve karıncalarla hemhal olmuş babasının yorgunluktan uyuyakaldığını anlar. Huzurla uyumaktadır İdris öğretmen. Doğa ona iyi gelmektedir, doğada olduğu süre boyunca at yarışlarına olan ilgisinin de kaybolduğunu görürüz.  Toprakla, hayvanlarla uğraşmak emeklilik hayalidir. Köpeğini çok sevmektedir ve av için isteyenler olsa bile, tüm parasızlığına rağmen, “milyonlar” verseler vermez. Küçükken kundakta İdris’i ağaç altında unutmuşlar; ağzı yüzü karıncalarla dolmuş, İdris’in babası belki de bu olaydan dolayı oğlunun böyle olduğunu düşünmektedir. Romantik, neşeli, şakacı, doğayı seven ve çalışkan İdris, idealist olarak başladığı köy öğretmenliğinden bu “itibarsız” yaşama doğru savrulmuştur. Çağın sorumlulukları ağır gelmektedir, doğanın sorumluluklarını göğüslemeye ise gönüllüdür İdris öğretmen. Sisifos gibi, “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”
Babası burada Sinan’ın ahlâk anlayışını tekrar iğnelemeye başlar. “Kolombo” diyerek, Sinan’ın çalınan paranın peşinde, olayı çözmek için takındığı tavırla dalga geçer. Cebinde beş kuruş yokken yaptığı harcamaları sayar ve Sinan’ı iyice sıkıştırır. Sinan’ın dedektif gibi çalışan şüpheci aklıyla alay ederken, oğlunun bireyselliğinin ve bencilliğinin altını çizmektedir. Kendi usulünce ahlâk dersi vermektedir. Tek bir tokat bile atmayan İdris Öğretmenin oğlunda gördüğü eksiğe işaret etme yöntemi, oğlunun alaycılığının kökenine de işaret ediyordur belki. 
"Bir sarayda başka türlü düşünülür, bir kulübede başka türlü”
Sinan babasından ayrıldıktan sonra,  yolda dedesine iki çeyrek altın borçlu olan köyün imamı Veysel Hoca ve komşu köyün imamı Nazmi Hoca ile karşılaşır. Sinan bir ağaca çıkmış izinsiz elma koparan Veysel Hocayı gizlice taşlayarak yanlarına gelir ve sözleriyle taşlamaya devam eder. Filmin yine uzun yürüyüş sahnelerinden biridir. Veysel Hoca konformist bir portre çizerken, Nazmi Hoca sorgulamaya daha açık bir imam portresi çizmektedir.  Sinan konuşmanın bir yerinde konuyu düğünde takılan altınlar bahsine getirip Hoca'nın dedesine olan iki çeyrek altın borcunu hatırlatmak istese de başaramaz. Nazmi Hoca burada sahabelerden Ebu Zer’in ismini anarak din ve ahlâk üzerinden yürüyecek uzun yolculuğu başlatmış olur. Veysel Hoca “yurtta öğrenci değilsin, köyde imamsın” diyerek imam hatipten arkadaşının itirazını bastırır.  Sinan’ın da Ebu Zer’i biliyor olmasına Nazmi Hoca şaşırır. Rivayete göre İslam peygamberi Muhammed, Ebu Zer için “O, yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız başına diriltilecektir" demiş. Taşralı yazarın “mutlak yalnızlık” çığlığına kayıtsız kalmayan Sinan’ın Ebu Zer’i de bilmesi yerindedir. Ali Şeriati’nin Ebu Zer’e özel bir önem verdiğini ve “Ebuzer” adında bir kitabı olduğunu bilirsek, buradaki “diyalog”un asıl fayını da görebiliriz.
Yapılan cami inşaatı konusunda konuşurlarken Veysel Hoca, “Sarayda da kılınsa kulübede de kılınsa; namaz namaz, ibadet ibadettir” der. Diyalektik materyalist düşünürler Engels ve Marx’ın da atıfta bulundukları, Feuerbach’ın ünlü “Bir sarayda başka türlü düşünülür, bir kulübede başka türlü" sözünü hatırlatmaktadır. Bu güçlü sözün bağlamı Feuerbach’ta şöyledir: "Eğer açlık, yoksulluk yüzünden bedeninde besleyici bir şey yoksa, kafanda, usunda, kalbinde de ahlâk için besleyici bir şey yoktur." (Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, F. Engels) İki imam arasındaki “akıl” ve “nakil” diyaloğu Veysel Hocanın bastırmasıyla Nazmi Hocanın sesi azalır.  Ebu Zer’in Ali Şeriati tarafından altı çizilen görüşleri de Feuerbach’ı destekler yöndedir.[15] “Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse, din başka bir kapıdan çıkıp gider!” diyen Ebu Zer kendi yaşamıyla kendi görüşünü aşmıştır. Logoterapinin cesaretle hatırlattığı bir seçimdir bu: “Sayıları az olabilir, ama bu bile, bir insandan bir şeyin dışında her şeyin alınabileceğini yeterince gösterir: İnsan özgürlüklerinin sonuncusu; yani, belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu seçmesi.”[16] Burada “İnsan neyle yaşar?” sorusunun peşinden gidersek, Brecht’in cevabı[17] ve Tolstoy’un hikâyesinin[18] yine bir diyalog yarattığını görürüz. Logoterapi “insanın anlam arayışının”, yoksullukta ve zenginlikte, altını önemle ve ısrarla çizer: “insan sadece refahla yaşamaz.
Sinan, yürüyüşün devamında, Veysel Hoca ile ahlâkın kökenini tartışırlarken, konu ateist ülkelerdeki suç oranlarının düşüklüğüne gelir. Veysel Hocanın cevabı hazırdır: “orada da intihar oranları yüksek, adam suç işlemiyor ama mutlu da olamıyor, hangisini tercih edersin” Kırmızı hap mı mavi hap mı? 2003 yılında Fatih Özgüven’in Nuri Bilge Ceylan’la “Uzak” filminden sonra yaptığı röportajda şöyle bir bölüm var:
“(…): Ama bu dini inanç olmayabilir, toprağa inanç da olabilir. Toprakla arasındaki ilişkiye de bağlı bir şey olabilir.
NBC: Karaktere de bağlı olabilir. Şimdi herkes belli bir yaşa geldikten sonra bu ilişkiyi kolaylaştırmaya çalışıyor zaten. Ölümü kabullenmeye çalışıyor. Bazısı bunu daha iyi başarıyor bazısı başaramıyor. Ama sonuçta herkes kabulleniyor. 70 yaşına gelen hiç kimse aman öleceğim diye paniğe kapılmıyor. Hatta daha da barışık hale geldiğini görüyoruz yaşlandıkça. 80 yaşındaki bir insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yine amaçlarının peşinde koşuyor.
: Taşralılık kentlilik mevzunun daha metafizik bir alana taşımak için bunu soruyorum biraz da.
NBC: Nietzsche'nin bir sözü var. İnanç doğruyu bilmeme isteğidir. Muhakkak ki kentli insan; tabi bir de entelektüel ve çok soru soran bir insan ise, muhakkak ki ölümle barışması daha zor. Neden sorusunu kaldıracak bir şey değil, cevabı yok çünkü. Dolayısıyla ancak soru sormayan ve bunu bir tevekkülle, belli bir içkin bir yapıyla içselleştirebilecek bir insan bunu doğal karşılayabilir.
: Toprakla daha bağlantılı olmak daha bağlantısının kuvvetli olması insanın sorularını daha azaltan bir şey midir? Sanki öyle diyor muşsun?
NBC: Bence öyle. Geçenlerde Mehmet Emin’in ve ondan kısa bir süre önce de teyzemin ölümü nedeniyle Yenice’de iki cenaze törenine katıldım. Ve bu tarz törenlerde artık gelenekselleşmiş birtakım ritüellerin aslında ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Akrabaların komşuların herkesin hemen biraraya gelip, görevleri üstlenmeleri, birbiri arkasından gelen o ritüeller toplamının içinden geçmek gerçekten insana bir teselli oluyor. Yoksa başka hangi rasyonel düşünce o durumda insanın acısını hafifletebilir ki. Bence taşra, hayatın metafizik meselelerine karşı daha doğal çözümler üretiyor.(…)”[19]
Yönetmenin bu röportajda söylediklerinin hâlâ peşinde olduğunu görüyoruz, Sinan, imamlara yaptığı hakikat mi inanç mı tartışmasının sonunu şöyle bağlar: “İnanç doğruyu bilmeme isteğidir, sözünün doğruluğunu da ispat etmiş oluyorsun, öyle olmuyor mu?” Yönetmenin bu geçmiş söyleminden, İdris Öğretmenin toprağa olan bağlılığının köklerini de okuyabiliyoruz. Heidegger’in kulübesinden İdris öğretmenin kulübesine doğru varoluşçu bir çizgi çizersek eğer yanılmayız sanırım. Nuri Bilge Ceylan aynı röportajın devamında, “Babam köylü olmayı değil köyde yaşamayı seçmiş biri. Köylülere, ya da kasabalılara da hiç benzemeyen biri. Rasyonel düşünceye önem verişiyle, dini inançlarının zayıflığıyla, kahveye gitmeyişiyle, bilgiye ve okumaya aşırı düşkünlüğüyle ve özellikle de yeteneklerini pazarlamayışıyla…” diyerek İdris öğretmen ile Ceylan’ın babası arasında da bir çizgi çizebilmemize olanak sağlıyor. Veysel Hocayı oynayan senaryo ekibindeki Akın Aksu’nun babasına doğru bu çizgiyi uzatabiliyoruz.   Yönetmen Hatice ile Sinan’ın karşılaştığı sahneyle nasıl ki Sinan’ı “Bilmeye cüret ediyorsun; eyleme de cüret et” diye sıkıştırırken, bu sahnede de yasak elmayı ziftlenen imam(lar)a “Eyleme cüret ediyorsun; bilmeye de cüret et” diye sıkıştırıyor.
Haber Türk ya da CNN Türk ekranlarında yapılması muhtemel, ilahiyatçıların da olduğu bir tartışmanın daha samimi olanını izler gibiyiz bu uzun yürüyüşte; belki de öyle bir tartışmanın kulisindeyizdir.  Köyün kahvesine geldiklerinde, İdris Öğretmenin tuttuğu arabayla eve dönerken, müstehzi bir gülümsemeyle kahvedekileri ve Sinan’ı selamladığını görüyoruz.
"Hayatın saçmalığına karşı bir tür başkaldırı”
Veysel Hocanın, İdris Öğretmenin durumunu masaya getirmesini Sinan bir saldırı olarak alır ve babasını savunur: “Hayatın saçmalığına karşı bir tür başkaldırı onunkisi, esasında” Buradan da Camus’nün saçma (absürt) kavramına doğru çizgi çizerek, derinleşmek mümkün gözüküyor. Fakat çok uzayan bu yazı için buraya işaret etmekle yetinelim. Sinan’ın aslında babasını bu varoluşçu zeminde anladığını görebiliyoruz. Daha çok ekonomik ve sosyal alanda babasının bu haliyle sorunlar ve hayal kırıklıkları yaşıyor gibidir. Kader, insanların istekleri, teknoloji, özgür irade üzerine vs üzerine konuşmanın sonlarına doğru, “Kimsenin hakikatini bulmak istediği yok”, “Herkes kendinin götünü kurtarma derdinde, realitesinden kaçmak istiyor” diyen Veysel Hoca konuşmayı sonlandırmak isterken, Sinan’ın son salvoları yine can yakıcıdır; son tahlilde, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” Veysel Hoca “kalpsiz bir dünyada” dinin afyon[20] tarafına işaret ederken, Sinan şeytan taşlayan hacının taş yerine iphone’nunu atmasını anlatarak, “din toplumun iphone’udur(ayfonudur)” demeye getirir
Bach’ın müziği eşliğinde Sinan, babasının sadakat ve sevgiyle bağlı olduğu av köpeğini satar. Kitabını bastırmıştır ve sırtındaki çantanın içi yeni basılan kitabının kopyalarıyla doludur.  Okulun koridorundan geçerek babasının sınıfının önünde bir nüshayı çantadan çıkarır, eline alır ve içeri girer. Babasının şüpheli hareketlerinden at yarışı kuponu doldurduğunu düşünerek kitabı vermekten vazgeçer. Evde elektrikler kesiktir, alacağı ek ders ücreti ile elektriği açtırması gerektiğini hatırlatan annesinin mesajını iletmekle yetinir. Para yok der babası, zaten neşesi de yoktur İdris öğretmenin, yerli yersiz gülmeleri kaybolmuştur artık…
"En son söylenecek lafı en baştan söylüyorsun küt diye”
Sinan kitap dolu çanta ile eve yollanır. Annesi birazdan yanına gelir. Dağınık ve küçük odasının çoğu kitaplara ayrılmıştır. Babasıyla yaşadıklarını anlatır annesine. Yine konu dönüp dolaşır ve Sinan’ın “madem böyle bir adama kaçtın, sonuçlarına katlanırsın” eleştirisine gelir; çünkü annesi Sinan’ı sıkıştırmıştır. Babasının elinden parayı neden almadığını sorar “erkek değil misin, bostan korkuluğu musun?” diye üstüne gitmiştir. Sinan’ın oturduğu koltuk ve annesinin oturduğu divan terapik bir düzeni hatırlatıyor. “Hiç mi derdimizi anlatamayacağız” diyen anne oğluyla ilgili tespitini usulca araya yerleştiriyor "En son söylenecek lafı en baştan söylüyorsun küt diye.” Anne ve oğul karşılıklı bir aktarım içindedir zaman zaman. Sinan bastırdığı kitaplardan birini sevgili annesi için imzalar: “Her şey senin sayende ve yalnızca senin için…” 
Annesi duygusallaşır, ağlar ve katarsis anı yaşar. Çevresinde normal değil diyenlere, deli imalarında bulunanlara inanmadığını, oğlunun özel bir çocuk olduğunu ve bir şeyleri başaracağını bildiğini söyler. Konu yine İdris öğretmene gelir, Sinan babası için “işe yaramaz” der. Annesi konuyu Sinan’ın geleceği ve evliliğe getirir, kız arkadaş durumunu sorar. “Köylüyüm, fakirim, işsizim” diyerek kız arkadaşının olmadığını söyler. Köylüyüm diyerek köyden birisiyle evlenme niyeti olmadığınının ipucunu verir.  Asuman tekrar babasının kendisini nasıl etkilediğini söyler. “Herkes paradan puldan söz ederken, o toprağın kokusundan, kuzulardan, çayırların renginden filan bahsediyordu” derken geçmişe tekrar uzandığını gözlerinden görebiliyoruz. Gene de, geriye dönse, şimdiki aklıyla on altı yaşında bir seçme şansı daha verilse gene aynı seçimi yapacağından emindir Asuman. “Saçma belki ama gene evlenirdim” diyen Asuman’ın dünyasına logoterapinin “geçmiş” anlayışından bir cevap bulmuştuk yukarıda. Yaşamın yadsınamaz geçiciliği karşısında geçmişin anlamı kalıcıdır, hiçbir şey bunları değiştiremez, diyor Frankl.
Asuman’ın duyguları karşısında Sinan kadınların duygusallıklarını eleştirir; hepiniz aynısınız, delisiniz der. Sevgi ve duyguya olan kapalılığını akılcılaştırırken buluyoruz Sinan’ı yine. İnsanları sevmediğini, sevemediğini, katlanamadığını söyleyen Sinan, “İnsanları sevmeyen biri de nasıl yazar olabilecekse artık” demeyi de ihmal etmiyor. Karşılıklı terapi seansı böylece sonlanıyor. Köylü bir kadınla evlenemeyeceğini bahane eden Sinan’ın asıl derdini itiraf ettiğini görmüş oluruz böylece. Sinan’ın göz temassızlıkları, elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen tavrı da eklenince, (anti)kahramanımızı biraz daha anlıyoruz, anlayışlı olma kapısı açılmış oluyor. Sinan da belki annesine ve babasına doğru bir anlayış geliştiriyordur.
Babası gece eve döndüğünde anlarız ki; sınıfta Sinan’dan sakladığı şey at yarışı kuponu değil, kaybolan köpeği için çizdiği kayıp ilanıdır. Asuman’ın “şu yaşımda el âlemin çocuklarına bakmaya gidiyorum” serzenişine karşı İdris öğretmenin “n’olmuş ben de yirmi beş yıldır bakıyorum” diyerek karşılık vermesi de İdris’in, köpeğinin kaybolmasından sonraki, yeni neşesiz ve karşılık veren tutumuna uygun duruyor. “Emekli ikramiyesinin (tek umudu)  başına bir şey gelmesinden korkan” Asuman’dan, sınıfta at yarışı oynadığını Sinan’ın annesine yetiştirdiğini öğrenir. Babası yine Sinan’a ahlâk dersi vermek için odasına gider ve “müzevirciliğini” yüzüne vurur. İftira attığını söyleyerek hazırladığı kayıp ilanını buruşturup Sinan’a doğru fırlatır. “Her şey oyun, alın oynayın” der ve çıkar gider. Bu sefer anne koltukta, Sinan divanda uzanmıştır. Annesi, köpeği kayboldu diye İdris’in kâbuslar gördüğünü, gece kalkıp nasıl ağladığını anlatır. Annesi köpeğe bu kadar üzülen İdris’in kendilerine bu kadar üzülmeyeceğini söyleyerek hem üzüldüğünü hem de sinir olduğunu söyler. “Dünyada onu suçlamayan tek canlı” olarak anlatması Sinan’ın komiğine gider. Mum ışığı altında devam eden terapik muhabbet, pencereden görünen karın başlamasıyla sonlanır ve müziği duyarız yine. Baba dışarıdadır, sadık dostunu aramaktadır ve Sinan derin bir iç çeker…
Film boyunca müziği duyduğumuzda Sinan’ın içinde bir şeyin değiştiğini anlarız; rüzgâr, yağmur, kar ve sis de bir şeylerin habercisidir. Babanın duygusallığı, sevgi doluluğu, ağlaması ve (kumar sorununa rağmen) ahlâksal üstünlüğü, annenin bir daha olsa yine babanı seçerdim demesi, Sinan’ın babaya olan bakışındaki dönüşümün başlangıcıdır.
Sarayda başka düş görülür, kulübede başka düş
Sinan’ı aniden askerde görürüz ve yine, mezuniyet dönüşü gibi, yalnız olarak evinde döner; yine kimseye haber vermemiş gibidir. Kitabını bastırmış, askerliğini yapmıştır. Arzusu gerçekleşmiş ve korkusuyla da yüzleşmiştir. Annesi ve kız kardeşi kitabı okumamıştır. Babası emekli olmuş, ikramiyeyi almış, borcu harcı kapatıp doğaya, tek başına köye dönmüştür. İdris öğretmen aileye karşı son görevini yapmış ve onları rahatlatmıştır; yüzlerine, konuşmalarına ve tavırlarına yansımıştır bu rahatlık. Sinan, İdris’in dedesinin tek göz odasında kaldığını öğrenince, “baba-oğul sevgi çemberini oluştururlar” diye ironi yaparken bile duygularını ele vermektedir artık.  Kitapçıya gider ve bastırdığı kitabın tek bir tane bile satılmadığını öğrenir. Babasının kuyusu gibi, Sinan’ın kuyusunda da su yoktur. Babasının yerli yersiz gülüşlerinin kaybolması gibi, Sinan’ın da artık daha rahat göz teması kurabildiğini, hareketlerinin daha rahatladığını fark edebiliyoruz; duygularını da ele veriyordur artık, onlarla ne yapacağını bilemese bile. Hayal kırıklığı ile kitapçıdan çıkarken, bölgenin ünlü yazarı Süleyman’ın yeni çıkan “İda’nın Kayıp Çocukları” kitabının kocaman afişine bakar. Duyguları yüzüne yansıdıkça alaycı bakış ve tavırları da azalmıştır sanki.  Annesinin evinde gördüğü rüyada, babasının sadık dostu köpeğin peşinden koşarken, köpeğin suya atlamasıyla Sinan köpeğin peşini bırakır. Suçluluğun üstesinden gelinmiştir sanki.
Sinan’ın yapacak bir şeyi kalmamıştır ve köye, babasının yanına gider. Müzik ve sis de bu yolculuğa eşlik eder. Dedesinin mahzeninde İdris yoktur. Bir soba, yatak, masa ve sandalye karşılar Sinan’ı. “Mutlak yalnızlık” için müsaittir oda, kitaplar yerine doğayla baş başadır İdris öğretmen. Cep telefonunu bile masada bırakmıştır. Cüzdanı da masadadır.  İdris’in cüzdanına bakan Sinan, babasının gençlik fotoğrafına odaklanır. Para yoktur cüzdanda. Kimliğin altındaki gazete kupürü Sinan’ın aralanan duygusal kapısını iyice açar; yerel bir gazeteden kesilmiş “Ahlat Ağacı” kitabı ile ilgili haberin kupürüdür bu. İdris Karasu oğlu Sinan Karasu’nun kitabıyla ilgili kupürü cüzdanında taşımaktadır, kimliğinin arkasında. Şaşırır ve ağlamaklı olur. Öfkeye dönüşmez duygusu. Dedesinin mahzenindeki babasının yatağında uyuklarken düş görür.  Dedesinin anlattığı gibi; tarlada çalışırlarken, İdris bebeği bir iple ahlat ağacının dalına bağlayarak uyutmuşlardır, unutmuşlardır.  Karıncalar yüzünü gözünü sarmıştır, İdris bebek uyumaya devam ediyordur. Yine rüzgâr esintisi yaprakları hışırdatmaktadır. İdris öğretmenin suyun varlığının işareti olarak gördüğü kurbağa sesiyle Sinan rüyasından uyanır. Babası hâlâ dönmemiştir, kuyunun ve ahlat ağacının olduğu yere bakmaya gider.
Gittiği yerde bir çoban kulübesi, koyunlar ve havlayan bir çoban köpeği karşılar Sinan'ı. Babası kulübeden çıkar, köpeği “oğlum sus” diye susturur. Hoş geldin der baba ve yine sarılmazlar birbirlerine. Sinan’ın teklifiyle saman balyalarını beraber taşırlar. Samanla zaman muhabbeti birbirine karışır. Taşraya kış iyice gelmiştir. Soğuk ve kar egemendir. Doğayla mücadele ve işbirliği İdris öğretmeni yalnızlığı içinde bilgeleştirmiştir. Gönülden çalışmak kolaydır onun için. Platonov’un Çevengur romanında betimlediği,  “ekmek ve refahla değil, şuursuz ümitle yaşayan”[21] serçeleri hatırladım bu sahnede. 
Kuyudan umudunu kesen baba, köylünün haklı olduğunu söyleyerek, “vaktinde firar zaferdir” diyerek teselli buluyor. “Askerlik de bitti, ne yapacaksın?” diye soran babasına, ya öğretmen ya da alakasız bir işe girip her şekilde gençliğini yakacağını söyler Sinan. Söz sırası babasına geldiğinde zamanla ilgili bilgece soyutlamalarını sıralar, “…unutuşun da bir cazibesi var, insan biraz da zamanın içinde süzülmeli… Zamana bir çentik atmalı” diyerek sözü Sinan’ın kitabına getirir. Sinan babasının kitabını okumuş olmasına şaşırır: “İlk defa kitabı okumuş biriyle karşılaşıyorum da” der. Telefonunu, cüzdanını mahzende bırakan İdris öğretmen, oğlunun kitabını daha çok zaman geçirdiği buradaki çoban kulübesine getirmiştir, kitabı göstererek “En iyi arkadaşım bu benim ya” der.
Ahlat Ağacı
“Ahlat Ağacı bölümünü okudun mu?” diye sorar babasına, tabii ki okumuştur İdris öğretmen. Babasının köy öğretmeniyken müfredat dışı anlattığı bir hikâyeden yola çıkarak yazmıştır o bölümü. Sinan’ın edebiyat serüveninin çekirdeğine ulaşırız böylece (Girişteki açılıma dönersek: “…öykü yoluyla kavramak demek olan mitos (mit, mitoloji, öykü ve belki de edebiyat buradan doğar)…”). Annesi için kitabı imzalarken yazdığı mesajın bir alıcısı daha vardır; “Her şey senin sayende ve yalnızca senin için…”  baba; arzu ötekinin arzusudur. Dedesini, babasını ve kendisini ahlat ağacına benzeten Sinan,  uyumsuz” kelimesini kullanır. Dipnotta detayı verilen, Tahsin Yücel’in uyumsuz sözcüğüne yüklediği anlamı tekrar hatırlayalım: “…insan ya da düşünce sözcüklerinin sıfatı olduğu zaman, insan açısından evrenin mantığa aykırılığını, tutarsızlığını anlamış, her şeyi olduğu gibi gören, bilinçli insan ya da düşünceyi belirtir.”  Sinik, “uyumsuz” bir söylemle tanıdığımız Sinan; söylemden çok yaşam şekliyle, kinik (etimolojik kökeni köpekten gelmektedir)  bir yaşam deneyimleyen babasıyla girdiği diyalogla, logoterapinin de cesaretlendirdiği bir karşılaşım sonucu (“Gerçek karşılaşma, logos'a açık olan, tarafların logos'a doğru kendilerini aşmasını mümkün kılan ve hatta bu tür karşılıklı kendini aşmayı özendiren bir ortak-varoluş modudur.” ),  “yaşam kültürü üzerine sayıklamalar, kendi üzerine kitlenmiş oyuncaklı bir meta-roman”ın kilidini açar. “Ethos, logos, pathos ve mitos” Sinan’da köklenmeye başlamıştır. Sonbaharda başlayan film kışı bitirmek üzeredir; babası hikâye anlatmaya devam eder. Sinan kuyuda intiharının (Sisifos Söyleni’nin önemli olan tek sorunu[22]) hayalini görür; kendini asarak kendini aşar ve “uyumsuz bir ümitle” eyleme, kuyuyu kazmaya girişir; bilgiden bilgeliğe doğru derinleşiyordur; ne de olsa kışın sonu bahardır…
Artan malzemeden toparlarsak…
Bu yazıda filmi logoterapi ve varoluşçuluk üzerinden sahne sahne anlamaya daha doğrusu yazmaya çalıştım: “Dünya, büyük varoluşçu felsefeci Kari Jasper’in söylediği gibi, çözmek zorunda olduğumuz bir şifreyle yazılan bir kitap değildir: hayır, dünya yazmak zorunda olduğumuz bir defterdir.”[23] diyor Frankl. Sinan’ın kendine ve ailesine, ailedekilerin de birbirlerine karşı anlayışının derinleştiğini söyleyebiliriz. Sevmeyi bilemeyen Sinan için “sevgi anlayıştır” artık. Babanın doğaya dönüşüyle kumar sorunu kaybolmuştur; yerli yersiz gülmek yerine, kendiyle bilgece dalga geçmektedir. Tüm ailenin kendileriyle ve birbirleriyle tatlı tatlı dalga geçtiklerini görürüz sonlara doğru; iğnelemenin yerini mizah almıştır. Filmde zamanın bolluğu, telaşsızlık dikkat çekiyor; doğanın döngüleri daha baskın. İnsanların uzun uzun konuşmak ve yürümek için zamanları var. Sinan’ın umutsuz olduğunu söyleyemeyiz; Camus ’nün Yabancı’nın girişinde dediği gibi “Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır." Sisifos Söyleni’nde de, “Düşünmeye başlamak, için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplumun fazla bir etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir.  Yürekte aramak gerekir onu.” diyerek “İnsan insanın kurdudur” sözüne cevap verir.
Filmin rüyalarını yazıya yerleştirirken Ulus Baker’in “bilinçdışı” kavramına getirdiği Spinozacı eleştirisindeki sesi kulağımdaydı: “İkinci olarak, psikanaliz “rüyalar yorumu” ile erken zamanlardan beri oldukça içli dışlı olduğu halde, bize “kendi rüyalarımızı görmemiz” konusunda da yardımcı değildir. (…)Tehlike divan ile koltuğu birbirinden ayıran mesafeyi aşarak, dışarıya, toplumsal alanın her düzeyine sıçrayabilir: Deleuze’ün söyleyeceği gibi “gerçekliğinizi” başkalarının rüyalarına “yakalanmış” olarak bulabilirsiniz. Oysa şu da ortaya atılabilir: Neden rüya görmek ve fantezi bir üretim, aktif bir sanatsal “happening”, bir yaratım ve özgürleşme süreci olmasın? Neden rüya bilinçdışı içeriklerin, “rüya düşünceleri” adı verilen simgeleşme süreci içinde çarpıtılması olarak anlaşılmak zorunda olsun?(…) Rüyalar “üretilmeli” ve toplumsal siyasal dünyanın düzeneklerinin içine dâhil edilmelidirler. Hangi rüyada ya da ütopyada, “çocukluk sanılarının tekrarlanması”ndan çok daha ötelerde ve çok daha fazla sayıda “toplumsal” dava ve yatırım yoktur ki? Sorun acildir, çünkü rüyaların kişisel olmaktan çok toplumsal düşlemlere dayandığı türünden bir düşünce (Jung “kollektif bilinçdışı” ve “arketipler” türünden kavramları aracılığıyla böyle bir yoruma daha yakındır) bizi zorunlu olarak, Deleuze’ün söylediklerinin de ötesinde, “başkalarının rüyalarına yakalanmak” felaketinden kurtulabilmek için “kendi rüyalarımızı üretmeye”davet ediyor.” [24]
Victor E. Frankl “Belirlemecilik ve Hümanizm: Toptan Belirlemeciliğin Eleştirisi” denemesinde, nedenlerle (cause) sebepleri (reason) ayırır.[25] Bu yazı da Sinan’ın yolculuğu izlerken ve işlerken ben de bunu yapmaya çalıştım; “İyimser olmayan umudun” peşinde…
Veysel B. / Kartal, Aralık 2018

Daha kaç köyden sürülsün insan
adam oluncaya dek?
daha kaç derya dolaşsın martı
bulsam diye bir tünek?
daha kaç toptan atılsın gülle
harp toptan kalkıncaya dek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun
cevabı esen rüzgârda.

daha kaç yıl kök salsın ağaç
bahar açıncaya dek?
daha kaç yıl kök söksün bu halk
yerin bulsun diye hak?
daha kaç aydın ışığı görüp
görmezlikten gelecek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun
cevabı esen rüzgârda.

daha kaç can canından geçecek
cana yetinceye dek?
daha kaç el boş açılsın göğe
göğermedikçe yürek?
daha kaç teller kopsun sazlardan
bu ses duyuluncaya dek?

 (Çeviren: Can Yücel)







[1] Lacan'ın “Bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” düsturundan hareketle, ahlat ağacını bir rüya sembolü olarak ele alsaydık, ahlat->ahlâk çağrışımını değerlendirebilirdik.
[2] Kolektif Kitap'tan çıkan “Yürümenin Felsefesi” kitabının tanıtım bülteninden.

[3] “Teorime isim olarak neden “logoterapi” terimini kullandığımı açıklamama izin verin. Logos “anlam” anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. “Logoterapi” ya da bazı otoritelerce “Üçüncü Viyana Psikoterapi Okulu” olarak adlandırılan teorinin, insan varoluşunun anlamı kadar, insanın böyle bir anlama yönelik arayışı üzerinde de odaklaşmaktadır. Logoterapiye göre, kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür. Freudcu psikanalizde merkezi bir öneme sahip haz ilkesine (ya da buna haz istemi de diyebiliriz) karşıtlık içinde olduğu kadar, Adlerci psikolojinin dayandığı “üstünlük arayışına (buna üstünlük istemi de diyebiliriz) da karşıt bir anlam isteminden söz etmemin nedeni işte budur.” İnsanın Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl, Okuyan Us Yayınları (İngilizceden çeviren Selçuk Budak, 3. Baskı), Syf 112,113
 “Kendi adıma, Auschwitz Toplama Kampı’na alındığımda, yayına hazır olan kitabımın metnine el konmuştu. Kuşkusuz, bu metni tekrar yazmaya yönelik derin arzum, yaşadığım kampın ağır şartlarında hayatta kalmama yardım etti, örneğin, Bavaria’daki bir kampta tifüs ateşiyle hasta düşünce, özgürlük gününe kadar yaşayabildiğim takdirde kitabı tekrar yazabilmek amacıyla, küçük kâğıt parçalarına sürekli not alıyordum. Bavaria Toplama Kampları’nın karanlık barakalarının arkasında kaybettiğim kitabı yeniden yazma işinin, kardiyovasküler çöküş tehlikesinin üstesinden gelmeme yardım ettiğinden eminim.” İnsanın Anlam Arayışı, Viktor E. Frankl, Okuyan Us Yayınları (İngilizceden çeviren Selçuk Budak, 3. Baskı), Syf 118
 Lacan: “Gerçeklik ve imkânsız, birbirinin karşıtıdır ve bir arada olamaz. Analiz, özneyi imkânsıza doğru iter, ona dünyayı hakikatte olduğu gibi değerlendirmeyi telkin eder, yani, düşsel ve herhangi bir anlamdan yoksun olarak. Öte yandan, gerçeklik, tıpkı doymak bilmeyen bir kuş gibi, rasyonel şeylerden, anlamlı eylemlerden beslenmekten başka bir iş yapmaz.” ( Emilio Granzotto’nun Jacques Lacan ile Panorama dergisi için 1974’te yaptığı söyleşinin bir bölümünün çevirisinden. Söyleşi, Şubat 2004’te Magazine Littéraire’in 428’inci sayısında da yayımlanmıştır. Türkçeleştiren: Banu Barış , birtakimisler.org sitesinden alıntılanmıştır. )
[6] “(...)Dünyanın geniş avlusunda gördüm
Aşk yarımı. Ölümsüz yarımı.
İşte soyunuyorum sana
Bir kadının soyunurken çıkarttığı sesi
Duy. Rüzgâr otlara diz çöktürüyor!
Rüzgâr elledikçe
En koyu yeşilini açıyor otlar.
Ah.. odalara sığmaz kadınların çıplaklığı.
Rüzgârdandır kadınlar, savururlar savrulurken(...)”

Yakın zamanda bu dünyadan göçen sevgili Deniz Hayriye Ersöz'ün
şiirinden.
, Johann Sebastian Bach, Passacaglia and Fugue in C minor, BWV 582.
[8]  Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Viktor. E. Frankl, Totem Yayınları, Çeviren: Selçuk Budak, 1. Basım, Syf. 66, 67
[9] Akışkan Modernite, Zygmunt Bauman, Can Yayınları, Çeviren: Sinan Okan Çavuş, 1. Basım

[10] Baba: Popüler Kültürde Baba Figürleri - Özgür ÖĞÜTCEN (İstanbul Psikomitoloji Çalışma Grubu Seminerleri -7 Eki 2018) https://www.youtube.com/watch?v=5AKZ3iHkmm8

[11] Bu çeviride sık sık karşılaşacakları "uyumsuz" sözcüğü okurlara biraz bulanık gelebileceği için küçük bir açıklama yapmakta yarar var. Bu sözcük, sözlük anlamı "usa, mantığa uymayan, abes, saçma, boş, anlamsız" olan "absürde" sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır. Ama Sisifos Söyleni'nde "absürde" sözcüğü bu anlamı aşar, insan ya da düşünce sözcüklerinin sıfatı olduğu zaman, insan açısından evrenin mantığa aykırılığını, tutarsızlığını anlamış, her şeyi olduğu gibi gören, bilinçli insan ya da düşünceyi belirtir.”   Çevirmen Tahsin Yücel’in girişte yaptığı açıklama (Albert Camus, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 15. Baskı)

[12]  “Ahlat Ağacı’nın iki karakteri Sinan ve Süleyman bir bölümde taşra ve edebiyat üzerine konuşurlar. Bu konuşma sırasında Sinan, "Su Katılmamış Taşralı" başlıklı mektupta yazılanları hararetle savunurken, yazar olan Süleyman karşıt görüşlerini öne sürer ve tartışırlar. Bu tartışmaya neden olan mektup Polat Onat’a ait. Onat, Mesut Varlık tarafından 2013 yılında Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenen Hasan Ali Toptaş, Ethem Baran, Şükrü Erbaş, Abdullah Taşçı, Kerem Işık’ın yer alacağı Taşra ve Edebiyat Sempozyumu’na davet edildi. Onat’ın bu davete karşılık yazdığı mektup daha sonra Varlık Dergisi'nde ve Mesut Varlık’ın hazırladığı Edebiyatın Taşradan Manifestosu kitabında yayımlandı. Şair Polat Onat’ın "Taşra ve Edebiyat Sempozyumu” davetine ret mektubunu sunuyoruz.” http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/su-katilmamis-tasrali-i-15651

[13] “Eve hiç gitmedim. Diana Soren’in yanma oturdum, sinemadan, Paris yaşamından, ortak dostlardan konuştuk; ama ben sadakatsizlik ettiğimin farkındaydım ve her zamanki gibi, edebiyata sadakatsizlik etmediğim, kendi kendime sadakatsizlik etmediğim sürece başka her şeyin önemsiz olduğunu yineledim kendime.” Carlos Fuentes, Diana: Yalnız Avlanan Tanrıça,  Can Yayınları, Çeviren: Pınar Kür, syf. 36

[14] Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Viktor. E. Frankl, Totem Yayınları, Çeviren: Selçuk Budak, 1. Basım, “Geçicilik ve Ölümlülük: Ontolojik Bir Deneme”, Syf. 102-105

[15]İslam, Peygamber’in önderliğinde Ebuzer’in bütün insani ihtiyaç ve sosyal arzularını doyurur. İslam “Tevhid” esasına göre mücadeleyi başlatmıştır ki, bir safta: Allah ve eşitlik, din ve ekmek, aşk ve güç ve diğer safta: Tağut ve ayrıcalık, küfür ve açlık, zayıflık ve zillete ihtiyaç duyan bir din. İslam ilk kez, “ya Huda ya hurma” sloganını halkın imanı haline getirerek Tanrı’yı halka, hurmayı kendilerine ayırıp yoksulluğu ilahi kutsallık olarak gösteren yağmacı zalimlerin efsanesine son verdi. Bu insanlık karşıtı ortamda dosdoğru bir devrim gerçekleştirdi ve şöyle dedi: Yoksulluk küfürdür. Geçimi olmayanın ahireti yoktur, Allah’ın fazlı yüksek ganimet, iyilik ve hayır, maddi yaşamdır ve “Ekmek Allahperestliğin temelidir.” Bir toplumda fakirlik, zillet ve zayıflığın tüm bu din, maneviyat, takvayla birlikte olması yalandır! Bu yüzdendir ki Ebuzer’in Peygamber’i “Silahlı Peygamber”dir. Çünkü onun tevhidi zihni, ruhi ve ferdi bir felsefe değildir. Ayrım kabul etmez. Irkların ve sınıfların vahdetinin senedidir ve “Adalet” [herkese hakkına göre] –ki tevhidin zorunlu parçasıdır- sadece “söz”le gerçekleşmez, “mesaj”, “kılıç”la anlaşmalı olmalıdır.”  http://www.aliseriati.com/kitaplar.php?Makale_id=140&Kat_id=11

[16] İnsanın Anlam Arayısı, Viktor E. Frankl, Okuyan Us Yayınları (İngilizceden çeviren Selçuk Budak, 3. Baskı), Syf 81

[17]Üç Kuruşluk Opera” adlı tiyatro eserindeki “İnsan Neyle Yaşar?” bölümünden: “Önce ekmek gelir, sonra ahlâk.”
 "Anneye, çocuklarının neye muhtaç olduğunun bilgisi verilmedi. Zengin adama da kendisinin neye muhtaç olduğunun bilgisi. Hiçbir insana akşam olduğunda vücudu için çizmelere mi yoksa cesedi için terliklere mi muhtaç olduğu bildirilmedi. Yetimler yaşadıysa, bu annelerinin ihtimamından değil, yabancıları olduğu halde onlara acıyan ve sevgi duyan bir kadının yüreğinde sevginin bulunmasındandı, ki bütün insanlar kendi esenlikleri için harcadıkları düşünceyle değil, insana verilen sevgiyle yaşarlar.” "İnsana kendi ihtiyaçlarını bilme yeteneği verilmemişti." Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar?” hikâyesinden.
[20]Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.” Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı. Giriş. (Çev. Kenan Somer). Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi içinde. Ankara, 1997: Sol Yayınları. S. 191-209. Alıntı: S. 191-192.

[21]          Serçeler ev kuşları gibi avlularda koşuşuyordu; kırlangıçlar ne kadar güzel olsalar da, güzün muhteşem ülkelere gider, oysa serçeler burada kalır, soğuğu ve insan yoksulluğunu paylaşmak için. Acı tohum gagalayan gerçek proleter kuşudur onlar. Tüm hassas varlıklar uzun süren bezdirici sıkıntılardan ötürü ötebilir yeryüzünde, oysa köylü ve serçe gibi hayat dolu varlıklar kalır ve sıcak güne kadar dayanırlar.
Gülümsedi Kopyonkin, küçücük beyhude hayatında dev bir vaat bulabilmiş serçeye. Bu serin sabah vakti bir ufak tohumla değil, insanların bilmediği bir hayalle ısındığı aşikârdı. Kopyonkin de ekmek ve refahla değil, şuursuz ümitle yaşıyordu.
" Böylesi daha iyi,” dedi çalışan serçeden bakışını ayırmaksızın.
"Bak hele: Küçük ama nasıl da didikliyor... İnsan şu serçe kadar olabilse, cümle âlem çoktan çiçeklenmişti... "
Çevengur, Andrey Platonoviç Platonov, Metis Yayınları, Çeviren: Günay Çetao Kızılırnak, 1. Baskı, Syf. 167,168

[22]Albert Camus bir keresinde şöyle demişti: "Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır..-yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi..." Son günlerde, daha önce söylediklerimi, yani yaşamın anlamına ilişkin varoluşsal sorunun ve yaşamda anlam bulmaya yönelik varoluşsal arayışın, bugün insanları cinsel sorunlarından daha çok rahatsız ettiğini doğrulayan bir rapor alınca, Camus'nun bu sözlerini hatırladım. Bir lise öğretmeni, öğrencilerinden kafalarını kurcalayan her türlü soruyu isimsiz olarak sormalarını ister. Sorular arasında uyuşturucu bağımlılığından, sekse, diğer gezegenlerdeki yaşama kadar her şey vardır, ama en çok sorulan soru (inanmak çok zor!) intiharla ilgilidir. “ Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Syf. 21

[23] Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Viktor. E. Frankl, Totem Yayınları, Çeviren: Selçuk Budak, 1. Basım, “Geçicilik ve Ölümlülük: Ontolojik Bir Deneme”, Syf. 109

[24] Ulus Baker'in ,Toplum ve Bilim dergisinin 70. sayısında yayımlanan, “Ignoramus = Bilmiyoruz: Bilinçdışının bir eleştirisine doğru” yazısından ( www.birikimdergisi.com/pdf/70sayitum.pdf  )

[25]Gelin, toptan belirlemeciliğe karşı belirlemecilik konusuna dönelim. Yani, toptan belirlemeciliğin kesin nedensel bir açıklamasını bulmaya çalışalım: toptan belirlemeciliğin kesin nedensel bir açıklamasını bulmaya çalışalım: Toptan belirlemeciliğe (pan-determinizm) neden olan şeyin, ayrım yapma yokluğu olduğunu söylemek isterim. Bir yandan nedenlerle (cause) sebepler(reason) karıştırılıyor.
Öte yandan ise nedenlerle koşullar karıştırılıyor. Peki nedenle sebep arasındaki fark nedir? Soğan doğradığınız zaman gözleriniz yaşarır: Gözyaşlarınızın bir nedeni vardır. Ama ağlamak için bir sebebiniz yoktur. Ama sevilen birisi ölürse, ağlamak için sebebiniz olur. Dağcılık yapıyorsanız ve 3000 metreye ulaşmışsanız, bir baskı ve kaygı duygusuyla başa çıkmak zorunda kalabilirsiniz. Bu ya bir nedenden, ya da bir sebepten kaynaklanabilir. Oksijen yetersizliği neden olabilir. Ama donanımınızın veya eğitiminizin yeterli olmadığını biliyorsanız, kaygınızın bir sebebi vardır.
İnsan olmak, "dünyada olmak" olarak tanımlanır. Dünya sebepleri ve anlamları içerir. Ama insanı kapalı bir sistem olarak değerlendirdiğiniz zaman sebepler ve anlamlar ortadan kalkar, bu durumda geride sadece nedenler ve sonuçlar kalır. Sonuçlar, şartlı reflekslere veya uyarımlara yönelik tepkilere karşılık gelir. Nedenler ise şartlandırma süreçlerine veya itkilere ve içgüdülere karşılık gelir. İtkiler ve içgüdüler iter, ama sebepler ve anlamlar çeker. İnsanı, kapalı bir sistem terimleriyle düşündüğünüz zaman, sadece iten güçleri görürsünüz; çeken güdüleri görmezsiniz. Amerikan otellerinin ön kapılarını düşünün. Lobiden baktığınızda sadece "itiniz" işaretini görürsünüz. "Çekiniz" işareti sadece dışarıdan görülebilir. Oteller gibi insanların da kapılan vardır, insan, kapalı bir hücre (monad) değildir ve insanın dünyaya açıklığını kavramadığı sürece psikoloji bir tür hücre bilime (monadoloji) dönüşür. Kendini aşması, varoluşun açıklığını yansıtır. (Bölüm sonundaki 2. nota bakın.) Buna karşılık insan gerçekliğinin kendini aşma özelliği de, Franz Brentano ve Edmund Husserl’in de söylediği gibi, insan olgularının "niyetli" (amaçlı) niteliğini yansıtır. İnsan olguları, "niyetlenen (amaçlanan, iradi) nesneleri" hedefler bu nesnelerle ilgilidir. Sebepler ve anlamlar bu nesnelere karşılık gelir. Bunlar, ruhun aradığı logo’lardır (anlamlar). Eğer psikoloji adını hakketmek istiyorsa, bu adın her iki yansını da, yani hem ruhu hem de logo’yu (anlamı) kabul etmek zorundadır.” Duyulmayan Anlam Çığlığı: Psikoterapi ve Hümanizm, Syf. 51, 52, 53

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

TOKMAK 3 (Umut Sarıkaya - Naber Dergi - Eylül 2015)

“Seni öldürmeyen şey... tuhaflaştırır.”