TOKMAK 3 (Umut Sarıkaya - Naber Dergi - Eylül 2015)




Birinci Bölüm:


"Kol kırılır, yen içinde kalır" mı diye çığlık attım, bir gece önce yazdıklarımı okuyunca! "Etle tırnak gibiyiz bizi kimse sökemez" mi diye ikinci kez bir daha çığlığı bastım okumaya devam ettikçe. Ve hemen kimse görmeden buruşturup attım yazdıklarımı."Hass.ktir!" dedim anlıma vurarak "hass.ktir dün gece evde kendi kendime otururken ben ne kafalara girmişim?" Hem bunlar nasıl tabirler böyle? Kol niye kırılsın, tırnak niye etten sökülüp atılsın? Birlik ve kardeşliği anlatırken bile neden bu kadar hoyratlık, neden hala vücuda zarar vermeyi hatırlatan tabirler?


Başkası yazsa gülüp geçebilirdim ama bunları ben yazmıştım! Ben, yılların goygoycusu ben, nasıl da ciddi ciddi, nasıl da inanarak bunları yazabilmiştim? Yazıyı yazarken ki surat ifademi çok iyi hatırlıyorum, nasıl da kendimden emindim, nasıl da arada bir sigara yakıp, kafa sallayarak "iyi oldu, iyi oldu bunları da dediğim meh meh meh" diyordum. Bir yazıda nasıl da yaşlanmıştım ben. Ah takma dişlerim olsa onları bardağa koyup bir de öyle gülerdim eminim, dün gece yazdığım nükteli, hicivli toplumsal yazıyı yazarken. Yazımın başlığı ise aynı derecede nüktedandı. Başlık; "Oynatmaya az kaldı" idi.

Peki şimdiye kadar eften püften dertlerini yazan ben, neden birden bire toplumsal yazılar yazma ihtiyacı duymuştum? Şüphesiz ki Sartre'ın "bir üçüncü dünya ülkesinde yazar olmak yerine öğretmen olmayı tercih ederim" sözü sebep olmuştu buna. Toplumsal olaylar öyle bir hücum ediyordu ki hayatımıza ben artık bu ortamda ne kadar da istesem "küçükken halamlara gitmiştim ne acayipti", "kız arkadaşımdan ayrıldım, içim bir garip", temalı yazılar yazamaz, bireysel dertlerimi anlatamazdım. Yazsam bile "ulan ülke yanıyor, bu ne diyor." diyerek kimse beni dinlemezdi.

Buruşturup attığım yazımı yeniden elime alıp, tekrar tekrar okudum. Meğerse benim içimde, yıllardır usul usul büyüttüğüm dev bir Sözcü Gazetesi yazarı varmış da ben bilememişim. Meğerse bütün bir yaz her sabah bakkala giderek kahvaltılık malzemelerle beraber satın alıp, kahvaltımı yaparken "Helal olsun Bekir Coşkun'a yine lafı gediğine koymuş" diye sempatiyle okuduğum gazetenin 65 yaş üstü yazarlarının sadece bir okuru değil de onların bir parçasıymışım ben de haberim yokmuş.

İçinde "Tokmak" ve "Tokmak 2" adlı birbirinden güzel iki köşe barındıran, Yılmaz Özdil gelince iyice şaha kalkan,"Şık" adlı magazin eki ile bize cemiyet dünyasından haberler veren, kim ve nerenin profesörü olduğunu asla bilmediğimiz Prof. Dr. George Lexington'un tek satırlık köşesinde sağlığımıza sağlık kattığı, yazarlarının "göz ameliyatı oldum yazamıycam", "ev taşıyorum yazamıycam","rakı balık beklemez bana müsade" diye okurlarından yazlıktaki bir komşu gibi izin aldığı bu gazete, öyle bir gazetedir ki insanı usul usul ele geçirir. Ne olup bittiğini bilemeden bir anda esiri olursunuz. "En güzel muhalefeti Sözcü yapıyor bence" diye konuşurken, bir anda "Kim aldı lan benim Sözcü’mü" diye bağırırken bulursunuz kendinizi. Gidin bakın, Beşiktaş'taki Kazan Birahanesi'nin yanındaki parkta kuşyemi satan bir amca var. Ne zaman önünden geçsem Sözcü okur kendisi. Sabah veya akşam farketmez, her zaman elinde bitmeyen, sonsuza giden bir Sözcü vardır. İşte Sözcü budur, okurları ve yazarlarıyla beraber sonsuza gider. 







Babamı aldın Sözcü, amcamı aldın, yazlıkları, yazlık balkonlarını aldın! Emekli şortlarını, cepli yakalı tişörtleri, beyaz öğretmen topsakallarını, okuma gözlüklerini aldın. Demek şimdi sıra bana geldi, demek şimdi de beni istiyorsun öyle mi? Seçimlerle beraber nasıl bir yaz geçirdik biz ülke olarak Allah'ım ? Nasıl bir yazdı bu ve ben bir yazda nasıl bir Sözcü bağımlısı haline geldim? Öyle bir duruma geldim ki her sabah doğan güneşe bakıp "işte bir Sözcü günü daha" diye seviniyorum.

Ne oldu bana böyle bu yaz? "Bohem bir sanatçı olucam, eve kapanıcam" derken bir anda Beşiktaş'ın gülü oldum. Toplumu gözetleyeceğim derken, pencereden içeri girmeyeni, karşı balkondaki yaşlı kadına "nem var nem" diye bağıranı oldum. Ve minik ayrıntıların prensiyken artık "büyük resme bakmak lazım" diyeni oldum. Yüce Tanrım ne oldu bana böyle bu yaz? Artık bakkala "dün verdiğin kavurma çok tuzluydu" diyorum, bakkal da kestiği kavurmadan bir parça ağzına atıp" abi sen buna mı tuzlu diyorsun, on numara kavurma veriyorum sana, on numara" diyor ve ben de bu diyalog karşısında ağlamak yerine, gülümsüyorum. Çok değil üç ay öncesine kadar "Küba'ya gitmek lazım abi Asıl ortam orada" diye hayaller kuran ben, artık on numara kavurmaya seviniyorum. Eskiden "bebeğim bana sakın bağlanma, ne seni ne de hiçbir şeyi sahiplenemem ben" derdim, şimdi peynircim var, bir insana "peynircim" diyorum! "Güzel peynir vermiş pezevenk" diye peyniri övüyor, "artık domatesin ne tadı var ne kokusu. Gerçek domates yemek istiyorum, hep basıyorlar hormonu" diye şikâyet ediyorum. Oysa ki böyle bir insan değildim ben! Tamam yine fırtınalar estirmezdim ama iyi kötü bir birey olma savaşı veriyordum kendimce. Yıllarca durduktan sonra kendimi birden bire toplumun kucağına atacağımı hiç tahmin etmezdim.

Toplum, her ne kadar farklı farklı insanlardan oluşsa da aslında tek bir insan gibidir. Evet aralarında zekiler de vardır aptallarda, sevdiğiniz insanlar da vardır hiç konuşmak istemedikleriniz de ama kendisini oluşturan bireylerden bağımsız bambaşka bir zekâsı ve ahlakı vardır toplumun. Ve o zeka, en düşük seviyede durur ki toplum dağılmasın, bir arada dursun. Bireyin başına buyruk hareket etmesine asla izin vermez, her fırsatta kendini hatırlatır toplum. Muhatap olmak istemediğiniz ama sürekli arayan, çağırmasanız bile gelen yüzsüz bir insan gibidir. Ne yapar eder bir şekilde onu düşünmenizi, ona katılmanızı ister. Çok direnirseniz yüz vermezseniz toplumsal olaylar çıkarır. Toplumsal olaylar, toplumun bireye uyguladığı tehditlerin en büyüğüdür. Bir toplumsal olaya bakar insanın bireylikten vazgeçmesi, sadece bir toplumsal olayın ortasına düşmeye görün hemen topluma katılırsınız. Kendi dertleriniz yerine bir anda toplumun dertlerini düşünürken bulursunuz. Toplum, bireyi kullanır sonra da fırlatıp atar. Bireyler ölür gider, toplum için sadece ibret olur. Siz, toplum uğruna ölürken toplum size bakarak "pcccükk" diye kulağını çeker ve tahtaya vurur sadece, sonra da yine kendi coşkusuna devam eder. Toplum arsızdır, nankördür, yavşaktır...


İkinci Bölüm: 


İşte o sabah da her zamanki gibi kalkmış bakkala kahvaltılık malzeme almaya ve Sözcü kavuşmaya gidiyordum. Hayatım boyunca bakkalların ben geldiğim ve karşılarında durduğum halde benle ilgilenmeyip televizyona bakmaya devam ettiği anları toplasam ve onları ömrümden çıkarsam yıllar gider ömrümden, yıllar! İşte orada yine elimde Sözcü Gazetesi ile durmuş, ağzı açık bir şekilde televizyona dalmış bakkala bakıp duruyordum. Nihayet yavaş yavaş televizyona bakmayı kesti de beni fark edebildi. "Müdürüm buyur" diye sordu neşeyle. "Müdürüm mü?" diye içimden geçirdim. Bu kadar s.klenmemek de pes doğrusu. "Demek müdürüm ha?" dedim kendi kendime. Ama hayır, katiyen bu lakayt davranış karşısında sinirlenmedim. Zira bakkal bana "buyur abim, buyur paşam" deseydi o zaman rahatsız olurdum, onun tarafından onaylansam yanlış bir şeyler yaptığımı düşünürdüm. Çok şükür toplumsal statümü düşünecek, insanların bana saygı duyması isteyip öfkelenecek, "ey toplum ne olur beni biraz s.kler misiniz?"diyecek kadar kendimi kaybetmedim. Toplumdan ne saygı beklerim ne de sevgi, hukuk isterim ben sadece hukuk! Hukuk zaten böyle durumlar için yok mudur, "en s.klenmeyecek insanların da hakları vardır" demek için icat edilmemiş midir?
Tam siparişlerimi sıralıyordum ki bir korna sesi duyduk. Bakkalın önünde bir araba durmuş, bakkala "benim sigaradan versene" diye sesleniyordu. Bakkal adamın sigarasını bana uzattı "abi be şunu abiye götürsene sana zahmet" dedi. Tabii ki yine sinirlenmedim, dediği gibi sigarayı alıp adama götürdüm, sonra da adamdan parayı alıp, bakkala, bakkaldan üstünü alıp tekrar adama götürdüm. İçeri girdiğimde bir kadın müşteri gelmiş, bakkal onla ilgileniyordu. Kadın gidince telefon çaldı, siparişleri aldı, onları da bekledim. Diksiyonsuz sesiyle "Ülker Saklıköy, Eti Canpare, Domestos bahar kokulu, Beşler Hünkâr Sucuk" demesini uzun uzun dinledim. İşte o anda biraz sinirlendim, elimdeki Sözcü ile bütün bakkalı bütün bu hukuksuzluğu dağıtmak istedim ama yine yapmadım. Avuçlarımdaki terden elimdeki Sözcü sırılsıklam olmuş, Yılmaz Özdil'in kafasının bütün rengi, Emin Çölaşan'ın sıcacık gülümsemesi elime bulaşmıştı. Ve en sonunda nihayet "müdür buyur" dedi.
İleride yapılabilecek daha büyük ihlâllere karşı bu duruma artık bir müdahale etmem gerekiyordu. Tüm içtenliğimle sözlerime başladım "Bakın beyefendi" dedim ve boğazımı temizledim Bakın beyefendi, uzun zamandır kendime bakmamam, kılığıma kıyafetime önem vermemem ve sizin sürekli bir müşteriniz olmam, amiyane tabirle elinizin altında olmam görüyorum ki aramızda tek taraflı bir samimiyet yaratmış. Ve fakat bu kadar gereksiz bir samimiyete ne gerek var? Altı üstü ben bir müşteriyim, siz de bir esnafsınız. Ürünlerinizden alıp, ederi neyse ödeyip evime gitmek istiyorum, hepsi bu. Lütfen artık bana "müdürüm" demeyi kesin. Müdür olmadığımı ikimiz de çok iyi biliyoruz. Kaldı ki ne siz benim, ne de ben sizin isminizi biliyorum. Lütfen dinsin artık bu samimiyet rüzgârı" dedim.

Şimdiye kadar ki ömründe kendisine hep tekil olarak seslenilmiş bakkala "siz" demem, ona çoğul bir ifadeyle seslenmem onun algılarını kırmış olacak ki ne olduğunu anlamadı. Bir ömür tekil olup şimdi çoğul olmak onun kendini toparlamasını sağlamıştı. Gülerek "tamam abisi demeyiz, ne kızıyorsun" dedi. Aramızdaki hukuku kör topal da olsa inşa etmenin sevinci ile" Şimdi söyleyin bakalım. Kaşarınız güzel mi?" diye sordum. Az kaşar, biraz kavurma, bi kürek zeytin, ekmek ve Sözcü'yü alarak tam bakkaldan çıkıyordum ki ardımdan bakkalın yine s.klemez tavırla güldüğünü hissettim.

İçimden küfürler ederek, eve doğru yürürken, "sadece günde bir kere dışarı çıkıyorum ve karşılaştığım şeylere bak, sonra da niye dışarı çıkmıyorsun, niye insan içine çıkmıyorsun? Bütün her şey sizin olsun, bana bir tek Sözcü yeter! Bir an önce kahvaltımı yaparken Sözcü'me gömülmek istiyorum." diye söylene söylene eve doğru yürüdüm. Allah'ım en sonunda bu da olmuştu sokakta kendi kendine konuşan, tartışan insanlardan biri olmuştum. Bu yaz ne olmuştu bana böyle? Üç ay içerisinde bir insan bu kadar hızlı değişebilir miydi?



Üçüncü Bölüm:



Kapıya geldiğimde vuslata kavuşmanın sevinçli telaşıyla anahtarı cebimde aradım. "Hayır"dedim, ceplerimi karıştırırken, sonra "hayırlar artmaya kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı ve en sonunda "yooooooooooo" diye bağırdım. Anahtarımı 
evde unutmuştum. Benim gibi evden çıkmayan birinin başına olabilecek en kötü şey gelmişti. Çaresizlik içinde kendimi sokağa attım. Bir çilingir bulmalıydım, sanki buralarda bir yerlerde bir çilingir dükkânı geçerken gözüme çarpmıştı. Onun nerede olabileceğini tam bakkalın önünde düşünürken, birden bakkal kapıya çıktı "abi bir şey mi unuttun?" diye sordu. "Buralarda bir çilingir var mı acaba?" diye sordum."Aşağıda bir tane var ama bir gelir, 80 liradan aşşağı almaz. Anahtarı üstünde unutup mu çektin kapıyı?" dedi. "Bilmiyorum, üzerinde değildi sanırım" dedim. "Üzerinde değilse kolay abi. Üzerinde olsa göbeği sökmek zorunda kalırdı, daha çok tutardı. Çilingir'e o kadar parayı ne vericen abi. Bak şu aşağıdaki apartmanın kapıcısına söyle, cebine bi sigara koyarsın o açar sana kapıyı" dedi. "Nasıl kapıcı mı kapıları açıyor?"diye şaşırarak sordum. "Açar abi, o her şeyi açar" diye cevap vererek pis pis güldü. Ortada hukuksuz bir durum olduğunu hissetmiştim ama lanet olsun ki teklif bir anda cazip gelmişti, "Şeyyy üzerimde hiç para yok. Acaba siz o beyefendinin cebine sigara koysanız benim yerime de ben de sonra size ödesem olur mu?" diye sordum. "Tamam abi hallederiz, sen git şu camdan seslen gelsin. "Cuma" diye bağır camdan içeri" dedi. Hiç bilmediğim bir apartmanın, hemzemin penceresine doğru yaklaşıp çömeldim.

Pencereden içeri kafamı uzattım, yemek kokulu daireye tülün arkasından baktım. Tülden dolayı doğru düzgün birşey göremiyordum. Gözüme ayak gibi birşey çarptı, Cuma'nın ayağı olduğunu tahmin ettiğim nesneye doğru "Cuma Bey, 
pardon bakar mısınız?" diye seslendim. Ne bir kıpırtı oldu, ne de bir ses geldi. Tekrar ve daha yüksek bir sesle "Cuma ağabey" dedim. Ayak; demir kapı, kör duvar olmuştu, kıpırtısızdı, uyuyor olmalıydı. "Cumaaaaaaaa!" diye haykırdım. Allah’ım ben ne yapıyordum böyle, başkasının hayatına bu kadar mütecaviz bir yaklaşım sergilemek bana yakışıyor muydu? Düşünün ki siz evdeyken biri pencerenizden kafasını uzatıp içeri haykırıyor. Modern dünyada yeri var mı böyle bir yaklaşımın? Ama Cuma da kapıcı olduğu halde kapıları açabilme özelliği taşıyan bir insandı. Ortada karşılıklı bir hukuksuzluk olduğu için bağırmakta bir beis görmedim. Nihayet kurtarıcım olan Cuma, tülü araladı burun buruna geldik. Kendimi tanıtıp, derdimi anlattım. Beklememi söyleyip, elinde bir poşetle yanıma geldi.




Yol boyunca hiçbir şey konuşmadık, hukuksuzluğu kabul etmiş iki insan olarak ne konuşabilirdik ki? Bir ara "acaba bu yaptığım suç mu?" diye içimden geçirdim, ama bir kere girmiştim bu yola, "dur abi ben en iyisi yasal bir çilingir çağırayım" diyemedim. Kapının önüne geldik. Cuma, sert plastikten bir plakayı kapı kirişi ile kapı arasına soktu, kilidin dilini itmeye çalıştı. "Birazdan tık edecek" dedi gülümseyerek, ben de gülümsedim mecburen. On dakika boyunca denedi ama o "tık" sesini hiç duymadık. Bu sefer poşetinin içinden bir demir çubuk çıkararak, kapıyı kanırttı. Tekrar plastikle dili itmeye çalıştı ama yine olmadı. Ter içinde kalmıştı. Elini yine poşetine attı ve bir tokmak çıkardı, kapının arasına soktuğu çubuğa tokmakla sert sert vurdu, bütün apartmanı ayağa kaldırdı. Yine olmayınca tornavida ile göbeği sökmeye çalıştı onu da beceremedi, çelik kapının .mına koydu, heryerini çizdi. "Cuma bey" dedim,"Siz galiba bu işi beceremiyorsunuz, siz durun ben gidip bir çilingir bulayım" diye uyardım. İyice hırs yaptı bunu deyince, küfür ederek kapıya tekmeler attı. Bir yandan apartman boşluğuna çıkan komşulara durumun normal bir şey olduğunu anlatıp, bu dairede oturduğumu belirtiyordum, bir yandan da Cuma'yı sakinleştirmeye çalışıyordum."Abı ben en iyisi camdan gireyim, şu yandan camı kırar girerim" dedi en sonunda. "Oha abi ne yaptın, iyice hırsız gibi" diye karşılık verince aramızda bir gerilim oluştu. "Bak aslanım ben bu işi keyfimden yapmıyorum, sana sevap o diye geldik buraya, hırsız mırsız ne oluyor? Ağzından çıkan lafa dikkat edeceksin dedi hafif 
bir tehditle. "Abi ben öyle demek istemedim" filan diye durumu toparlamaya, aramızda yeniden barışı sağlamaya çalıştım ama aşırı alıngan bir tavırla "bırakılaaağ" diyerek beni susturdu.

Artık ikimiz bir yola girmiştik. Bu yol hukuksuzluğun, işbirlikçiliğin, önyargıların, dargınlıkların, gerilimlerin aynı potada eridiği ve kendi içinde aslında bir düzeni olan bir yoldu. Bu toplumun yoluydu. Evin anahtarını unutmamla, Cuma'nın hayatıma girmesi ile beraber biranda toplumdan biri olmuştum. Bir zamanlar bireyselliğimin kalesi olan , benim tek güvenli sığınağım olan bu ev, şu andan itibaren sadece benim evim değil, Cuma'nın da eviydi. Bu geri dönüşsüz bir yoldu, bundan sonra ya bir yol bulacaktık yada bir yol açacaktık. Beraber yüklendik kapıya ama yine olmadı, açamadık.

Dördüncü Bölüm:


İkimiz de bir hayli acıktığımız için kapının önüne gazete serip, bakkaldan aldığım kahvaltılık malzemelerle kahvaltı yapmaya başladık. Benim için yaşam amacı olan gazeteye hiç okumadan ağzındaki zeytin çekirdeklerini tükürürken Cuma, bir anda içimin ferahladığını hissettim. Yaz boyu içimde yaşadığım ve beni bir anda bambaşka bir insan yapan sıkıntıyı çözmüştüm en sonunda. Bu sıkıntı, aşırı bireyselliğin verdiği sıkıntıydı. Bir yaz boyunca varoluşsal sıkıntılar çekerek, şimdi içine giremediğim bu eve kendimi hapsederek resmen üç ayımı çürütmüş en sonunda da bakkalın, kapıcının oyuncağı olmuş, kendimi bile tanıyamaz hale gelmiştim. Düşük bütçeyle, az imkânla, bir üçüncü dünya ülkesinde Sartre olunamıyordu, olsa olsa Sözcü okuyan bir amca olunabiliyordu bunu geç de olsa anlamıştım. Tamam, toplum yavşaktır, g.ttür ama birey de y.rrak kafalıdır, g.tü kalkıktır, mızmızdır bu toplumda.

Eğer insan, şu dünyaya ya can sıkıntısı ya da yaşam mücadelesi için gelmişse, biri bittiğinde diğeri başlayacaksa ve bunun bir başka yolu yoksa, bence bunda tercih edilmesi gereken yaşam mücadelesi olmalıdır. Çünkü can sıkıntısı insanı çürütür, maymun eder... Yaşam mücadelesi veren insanların gözünde komik duruma düşürür, t.şşak oğlanı yapar. Can sıkıntısı, doğaya terstir. Oysa ki yaşam mücadelesi insanı diri tutar, hayatla ve gerçeklikle insanın bağını koparmaz. Toplum bu yüzden yaşam mücadelesini tercih eder. Sık sık yaşam mücadelesi verecek zemin yaratır kendine. Bütün toplumsal olaylar aslında içgüdüseldir bu yüzden. Çünkü yaşam mücadelesi doğaya aittir, olması gerekendir. 


Ben de bundan sonra can sıkıntısı çekip mızmızlanacağıma, evde kumru gibi düşünüp insanlıktan çıkacağıma eskisi gibi tekrar yaşam mücadelesine katılacak, bitmeyen bu şanlı kavganın bayrağını tıpkı en mutlu olduğum günlerde olduğu gibi en önde sallayacaktım. Ve bunu hemen şimdi yapacaktım. Çünkü Cuma, ben bunları düşünürken hayvan gibi saldırıyordu kavurmaya, eski kaşara.

Kahvaltıyı iki dakkada silip süpürdük. Sözcü'yü, buruşturup kenara kaldırdık, sonra tekrar kapıya yüklendik. Cuma kapıyı kanırtırken ben de omuzumla itiyordum, "Cuma abi biliyo musun? Biz toplumuz..." dedim. "Toplumuz tabii, insanız ulan biz. Hayvan mıyız? Ingghhhh" diye karşılık verdi. "Evet abi insanız ama İnsanlığız yani. İnsana dair abi... Ve bence bu çok güzel" diyerek sevincimi kelimelere dökmeye çalıştım. "İnsanız lan biz! Hırsız mıyız? İnsanız işte buranın insanıyız, teeeğğamına goduumun kapısı seni" diye karşılık verdi. Kavurma gücüyle abandık kapıya, nihayet "tık" etti ve kapı açıldı.

İçeri girdik Cuma hemen etrafı kolaçan etti, her yere saçılmış kitapların, gazetelerin, çizimlerin, bira kutularının, izmaritlerin arasında şöyle bir gezdi. "Bu nasıl ev lan? İnsan yaşamaz 
burada" dedi, "Evet Cuma abi haklısın. İnsan yaşamıyordu bu evde. Tanımadığım, bilmediğim adına "Birey" denilen ama insana dair herhangi bir şey barındırmayan bir yabancı kalıyordu bu evde", "Senin evin değil mi lan bu yoksa. Başkasının evine mi girdik?"diye korku mu sevinç mi anlayamadığım bir tavırla sordu. "Yok abi ev benim de, mecazi anlamda başkasının evi. Yabancılaşma efekti yaratıyorum şu anda, bilirsin" diye anlatmaya çalıştım ama anlamadı "televizyon nerede?" diye sordu. Televizyon izlemediğimi söyleyince "bir televizyon, bir bilgisayar al şu eve, eve benzesin" diye karşılık verdi. "Alıcam abi hepsinin en güzelinden alıcam. Hiç merak etme sen" derken ben o "kavurma bastırdı" diyerek tuvalete girdi ve en mahremime, en güvenli limanıma, o herkesten usul usul sakladığım gizli bahçeme sıçtı. 




Sonra birlikte bakkala indik, beni üç aydır içine kapandığım bu cendereden kurtaran biricik Cuma'ma ödülü kendi ellerimle vermek, cebine bir de değil iki paket sigarayı kendi ellerimle koymak istiyordum. Sigarayı isterken bakkal, usulca kulağıma eğilip "abi bi paket yeter. Şımartma şu herifi" dedi, "o zaman üç paket sigara verin lütfen" diye karşılık verdim. Onun bana verdikleri karşısında az bileydi üç paket sigara. Bakkaldan çıkarken Cuma ve bakkalın arkamdan konuştuklarını fark ettim ama önemsemedim. "Yarından tezi yok şu kilidi bir değiştireyim. Ne olur ne olmaz fena kıllandım" diyerek Beşiktaş'a, yaşam mücadelesine katılmaya gittim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ahlâk Ağacı (Ahlat Ağacı filminin varoluşçu, logoterapik okuması)

“Seni öldürmeyen şey... tuhaflaştırır.”