Snowden:“Can you hear me now?” (“Şimdi beni duyabiliyor musunuz?”)

Burhan Sönmez’in "İstanbul İstanbul" adlı eserinin sonunda Hallac-ı Mansur’dan bir alıntı vardır: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” 29 Eylül 2015’te Edward Snowden’ın attığı “Can you hear me now?” (1) tweeti bana bunu hatırlattı: “İstanbul İstanbul” romanında da vurgulandığı gibi şehirlerin üstünde yaşayanlar altlarda, derinlerde yapılan zulümleri duymak istemezler. Devletin ve ideolojinin derinliklerinde, zindanlarında, sınır ötesinde, bürokrasisinde, hastanesinde, adliyesinde, yani tüm dişlilerinde “öteki”ne yapılan zulmün rızası hissedilir. Zizek’in dediği gibi içten içe bu gerçekleri biliriz ve kaçınırız: “İdeolojinin dışına çıkmak acıtır. Acılı bir deneyimdir. Kendinizi buna zorlamalısınız. (…) Özgür olmaya zorlanmanız gerekir. Eğer bu ani mutluluk ve benzeri şeylere kolayca inanırsanız - hiçbir zaman - özgür olamazsınız. (…) Özgürlük acıtır.” (Sapığın İdeoloji Rehberi (12) ) Snowden yaptığı bu eylemle bizleri özgür olmaya zorluyor.
Bu girizgâhtan sonra filme geçmeden, uzun bir süre acı çektiğini kimsenin duymadığı bir yerde yaşayan, Mordehay Vanunu’ya değinmem gerekiyor. Kendisi 1986 yılında İsrail’in gizli nükleer programını ifşa ettikten sonra, Mossad tarafından Roma’da kaçırılıp 18 yıl hüküm giymiş İsrailli bir teknisyen. Uzun mahkûmiyeti sonrası görüşmesine izin verilen Mary Eoloff, onunla ilgili ilk izlenimlerini şöyle ifade etmiş: “O kadar yaşlı gibiydi ki, onu gördüğümde, böyle görüşmemizin insanlık dışı olduğunu düşündüm. Akvaryumdaki bir balık gibiydi.” (2)
Tüm bunların ışığında şimdi filme dönelim. Eserler hakkında jenerik birkaç cümle kurma konusunda özürlü olduğumdan, Beyazperde sitesinden yardım alıyorum. Snowden filmi hakkında site şunları demiş: “Amerikan hükümetinin "güvenlik" adı altında e-postalara, sosyal medya hesaplarına, cep telefonu mesajlarına, hard disklere, kredi kartı ekstelerine ve hatta bilgisayar kamerasına kadar erişebildiğini öğrenen Edward Snowden, hükümet gizli hesap olmadığını ve tüm bunların gizli kanunlarla yasallaştırıldığını 2013 Haziranı'nda tüm dünyaya duyurur. Snowden o anda “Amerikan tarihinin gördüğü en büyük vatan haini” ilan edilirken aynı zamanda da bir kahramana dönüşecektir...”.
Film, 2013 yılı Haziran ayının ilk günlerinde başlıyor, aynı günlerde İstanbul’da ortaya çıkan ve tüm Türkiye’ye yayılan Gezi isyanının ateşi tüm dünyayı da ısıtıyordu. Onlarca yazışmanın ardından, her şeyi ifşa edeceği gazetecilerle ilk yüz yüze görüşmesinde kahramanımızın yanında bir sabır küpü (Rubik Küp) vardır. Yönetmen Oliver Stone, film boyunca bu küpü, leitmotiv nesnesi olarak kullanır; kahraman kendiyle veya sistemle ilgili çelişkilerini çözmeye çalışırken hep bu nesne gösteriliyor. Açılış sahnesinden itibarense kahramanımızın sisteme olan güvensizliği, birçok defa vurgulanıyor. Buna karşın iş birliği yaptığı gazeteciler ile çalışırken oldukça alçak gönüllü duran kahramanımız, onlara güveniyor, bu eylemin riskini biliyor ve yakalanabileceği ihtimalini göze alıyor. Bu eylemi gerçekleştirirken yalnızca 30 yaşında olan Snowden, asker kökenli bir ailenin çocuğudur ve buna uygun yetiştirilmesine rağmen kurulu düzenini bozarak çıktığı bu riskli yolda, Snowden'ın arzusuna kaynaklık eden motivasyon nedir? Zizek’ten bir alıntıyla bu arzuya bakalım:
“Jacques Lacan psikanaliz etiğine şu önkabulle [belit, axiom] başlamayı önerir: 'Arzundan ödün verme!' Bu önkabul, bilgi sızdırıcıların da eylemlerini tam olarak açıklıyor. Eylemlerinin taşıdığı riske rağmen ödün vermeyi düşünmediler – nedir asla ödün vermedikleri bu arzu? Bu soru, 'olay' nosyonunu anlamamıza yardım edecek: Assange ve arkadaşları hakiki bir siyasal olay gerçekleştirdiler – yönetenlerin ölçüsüz tepkisinin de nedeni budur. Hain olmakla suçlandılar ama onlar yönetenlerin gözünde aslında hain olmaktan daha vahim ve tehlikeli tipler – Alenka Zupancic’den alıntı yaparsak: 'Snowden elindeki bilgileri eğer gizlice başka bir ülkenin gizli servisine satsaydı bu hareket alışılageldik yurtsever / hain ikilemi içinde anlaşılır, icabında “hain” diye damgalanır ve yok edilirdi. Oysa Snowden olayında durum tamamen farklı. Snowden, “Batı” siyasetine (ya da siyaset yoksunluğuna) uzun süredir temel oluşturan varsayımları, mantığı, geçerli değerleri sorgulatan şekilde hareket etti. Bir kişinin kendi için hiçbir çıkar gütmeden sahip olduğu her şeyi riske atması ve bunu sadece bazı şeyleri yanlış bulduğu için yapması… Snowden farklı bir seçenek önermedi. Snowden’ın – ve ondan önce Bradley Manning’in – yaptığı şey farklı seçeneğin zaten ta kendisiydi.” (3)
Snowden’ın filmde gösterilen ilk arzusu, aile geleneğine uygun olarak, asker olmaktır. Fakat fiziksel ve ruhsal kondisyonu buna yeterli gelmeyen Snowden, eğitimler sırasında sakatlandığı için bu arzusundan vazgeçmek zorunda kalıyor. Arzusunu “hardware” kısmında gerçekleştiremeyince “software” bölümüne geçerek hackerlik ve istihbarat işlerinde kısmi bir tatmin yakalıyor. Bu yeni rolüne ısınırken sorun yaratacak olan yeni arzusunun (ifşaat) gelişmesine eşlik eden bir kadınla tanışıyor. Yönetmen, Snowden ve Lindsay’in tanıştıkları ilk sahnede bu durumu minik bir çatışmayla bizlere gösteriyor. Snowden'la aralarında bir flört ilişkisi olan Lindsay, liberal görüşlü bir abladır. Filmde Lindsay’in Snowden'ın dönüşümündeki rolü, daha ön planda tutulmuşken aynı sürecin konu edildiği Citizenfour belgeselinde bu hissedilmiyor. Mordehay Vanunu olayında, Vanunu’nun Londra’dan Roma’ya gitmeye ikna ederek yakalanmasına yardım eden Cheryl Bentov adlı kadın ajanı düşünürsek arzunun bu tarafını da ihmal etmemek lazım: Nihayetinde arzu ötekinin arzusudur.
Belgeselde gazetecilerin sorularına Snowden, daha çok ilkesel gerekçelerle cevap veriyor; bu eyleminin gerekçelerini özellikle Obama hükümetinin söyleminin tersine davranışları, hükümet ile vatandaşlar arasındaki güç dengesizliği, özgürlük ve gizlilik gibi sebeplerle açıklıyor. Hem filmde hem belgeselde İHA (İnsansız Hava Araçları) kameralarından, hiç tanımadığı birilerinin evlerini izlemenin ve bu evlerin her an bombalanabileceğinin Snowden'a verdiği rahatsızlık özellikle vurgulanmış. Belgeselde ve filmde Snowden’ın yakalanma ihtimalini hep göz önünde bulundurduğu; bundan daha önemli olanın ise "mesaj"ın doğru şekilde ulaşması olduğu güçlü şekilde vurgulanıyor. Bu açıdan kimliğinin ifşasına istekli tutumu ortaya çıkıyor, bu şekilde ailesi ve çalışma arkadaşlarına da en az zararı olabileceğini ve aldığı güçlü inisiyatifin sorumluluğunu üstlenebileceğini düşünüyor. Belgeselde bu konuda gazeteci Glenn Greenwald’la yaptıkları konuşmada, Greenwald, Snowden’ın bu hissini şöyle ifade ediyor: “Yaptığın seçimin gücünü hissediyorsun, (…) O gücü tüm dünyanın hissetmesini istiyorum.” (4) Bu noktada Victor E. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında vurguladığı seçimin gücünü hatırladım: “Toplama kamplarında yaşayan bizler, o kamptan bu kampa koşan, ellerindeki son ekmek kırıntılarını vererek başkalarını teselli etmeye çalışan insanları anımsayabiliriz. Sayıları az olabilir, ama bu bile, bir insandan bir şeyin dışında her şeyin alınabileceğini yeterince gösterir: İnsan özgürlüklerinin sonuncusu; yani, belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu seçmesi.”
Zizek bize arzunun fanteziler yoluyla öğrenildiğini söylerken sinemanın en ayartıcı sanat olduğunu ve neyi değil nasıl arzulayacağımızı öğrettiğini söyler. Snowden olayı konusunda yazdığı yazıya tekrar dönecek olursak "(...) siyasal bir eylemin algılanma biçiminin onun nasıl bir anlatı içinde konumlandığına göre belirlendiğini görebiliriz. Tarihsel deneyimler birer anlatı içinde biçimlenir. Her gerçek olay, anlamlı bir öyküyü kurmaya ya da tamamlamaya yarayacak şekle sokularak açıklanır. Beklenmedik, sarsıcı – bir anda savaş çıkması, derin bir ekonomik kriz gibi – tutarlı anlatı içine yerleştirilemeyen bir olayla karşı karşıya kalındığında ise sorun çıkar. Hayatın olağan akışını bozan bir olay patlak verdiğinde, bu travmatik felaketin nasıl simgeleştirileceği, hangi ideolojik yorum ve öykünün baskın çıkarak olayı kitlelere açıklayacağı üzerine ideolojik alanda bir rekabet başlar." (3) Oliver Stone filmiyle bu ideolojik rekabet ya da savaşa katılıyor. Filmin diğer Oliver Stone filmlerine göre daha sade olduğu söylenebilir. Hikâyenin kendisi yeterince güçlü olduğundan Stone'un bu tercihi yaptığını düşünebiliriz. Filmin "mutlu son"a ulaştığı sahnelerde Moskova'dan verilen görüntüler güçlü bir ironi yaratıyor. İdeoloji tarafından hainlik ya da casuslukla suçlanan Snowden'ın, filmde ve bahsi geçen belgeselde, gerçek bir halk kahramanı olarak sunulması ise benzer örnekleri de cesaretlendirecektir.
1995 yapımı Johnny Mnemonic (Beynimdeki Düşman) filminde sağlıkla ilgili kamuoyundan saklanan hayati bilgiler ifşa edildikten sonra, Pharmacom adlı şirketin halk tarafından yakıldığını görürüz (5). Peki son yıllarda yaşanan bu ifşaat olaylarından sonra, kamuoyunun tepkisi ne durumda? Sanırım bu kadar ifşaattan sonra bir şeylerin değişmesini bekliyorduk; fakat görünen o ki gelişmeler bu beklentileri boşa çıkarıyor. Türkiye’de de benzer ve güçlü ifşaat olayları (MİT tırları haberleri, 17-25 Aralık, vd) yaşandı. Sonucunda iktidarın gücünü ve kontrolünü pekiştirmesi birçoğumuzu şaşırttı. Soğuk Savaş sonrası için hazırlanan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC)’nde, ki 11 Eylül eylemlerinden önce hazırlanmıştır, projenin hayata geçirilmesi için “Pearl Harbor gibi bazı korkunç ve katalizör olayların” eksikliğinden bahsedilir (7). 11 Eylül eylemlerinden sonra deneyimlediğimiz gelişmeler, “terör”ün ve korkunun devletler ve iktidarlar tarafından nasıl aktif bir şekilde kullandığını gösteriyor. Ünlü dolandırıcı Selçuk Parsadan dolandırıcılığın iki aracından bahseder: Korku ve umut. “Allah’ın lütfu” olan korkunç ve katalizör bu gibi eylemler, iktidarların temel ihtiyaçları hâline geliyor. 11 Eylül’de ABD’nin büyüttüğü organizasyonun eylemleri, yine ABD’nin “küresel terör” etiketiyle küresel hâkimiyetinin aracı olduysa 15 Temmuz’un da Türkiye için benzer bir etkisi oldu. İktidarın besleyip büyüttüğü yapı bahane edilerek Ahmet Şık gibi bir “şövalye” FETÖ’cü ilan edilebiliyor. MİT, Genelkurmay Başkanı aldıkları istihbaratı hükümetle paylaşmadıkları hâlde görevlerinde dururken ve Meclis soruşturmasına bile getirilemezken FETÖ tehlikesine çok önceden işaret eden Ahmet Şık cezaevinde tutuluyor.
Buradan Ulus Baker’in “Devlet İyiliği Temsil Eder, İyilik Yapmaz” yazısından bir alıntıya bakalım: “Terörü bir sahte siyaset biçimi olarak dışlamak, modern rejimlerin ikiyüzlülüğüdür. Bu ikiyüzlülüğe modern rejimler tarafından güdülen halkların, terör karşısındaki şaşkınlığı ve sessizliği de karıştı. Bugün kendisinden iktisadi ve siyasi alanda hiçbir şey beklenmeyen devlet, yalnızca terörü ortadan kaldırma rolüyle meşrulaştırmaya çalışıyor kendini. (…) Masumiyeti temsil eden halk, iyiliği temsil eden devlet ve kötülüğün kendisi olan terör örgütü... Bu üçleme, modern siyasal alanın üç kutbunu oluşturuyor. Ama devlet, iyiliği yalnızca “temsil eder”, iyilik kendine ait değildir.” (10).
Oxford Dictionaries, İngilizcede 2016 yılının kelimesi olarak ‘post-truth’u seçmiş (6). Teyit.org sitesi bu haber için şu tanımı kullanmış: “‘Post-truth’ bir sıfat olarak, ‘nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu’ şeklinde tanımlanıyor. Türkçe’ye ‘gerçek-ötesi’, ‘gerçek-sonrası‘ ya da ‘post-olgusal’ şeklinde çevirmek mümkün.”. Ekrem Düzen bu kelime için ’doğruluk kaybı çağı’ (8) çevirisini önermişti. Özgür Ögütcen bir yazısında "resmiyet kaybı ya da aşınması" (9) kavramından bahsediyor.
Yalçın Küçük 2003’de yayınlanan Tekeliyet 1 kitabında bu döneme “yeni ortaçağ/feodalite” diyor. Kitabın bir yerinde geçen “İnanıyorum, öyleyse doğrudur.” sloganı duruma uyuyor. Gri toplumlar kavramı için şunları toparlamış: “Rönesans'tan beri "düzen"in, l'ordre, hep kazanırken şimdi hep kaybetmekte olmasıyla aynı anlama gelmektedir. Düzen'in gerilemesi, hukukun egemen oldugu alanların azalması ve gri toplumların çoğalmasıyla özdeştir. (…) Minc, bu gri alan ve toplumların yayılmasını, le chômage de longue duree, uzun süreli işsizliğin varlığına bağlıyor; tartışmalıdır, çünkü böyle düşünürsek, devletin parsellenmesini, daha ilerde terk etmek üzere geçici olarak kullanabileceğimiz tasvirle, yeni feodalite'nin doğuşunu, inandırıcı olmayan bir biçimde, çok yakın zamanlarla sınırlamış oluruz aslında, Hobson'un "imperialism" teşhisinden bu yana modern devletin çözülmeye başladığını analiz etmek daha isabetli görünmektedir. İlerde bunu gösterebilmeyi umuyorum, sosyalizmin başarıları karşısında büyük bir korkuya kapılan gelişmiş sanayilerin Refah Devleti'ne sığınması ve geri ülkelerin de Sovyet sanayileşmesinin cazibesine kapılarak devletçi sanayileşme yollarına meyletmeleri , modern devletin ömrünü uzatmış oluyordu, "Devlet" uzun bir Hint Yazı yaşamıştır. Bu nedenle biz de çözülmeyi göremiyorduk ve görüp de işaret edenleri , şimdi çok olduklarını fark ediyoruz, ihmal ediyorduk. Ancak bütün bunlar, artık gelişmiş sanayilerin kütlesel işsizliği kalıcı olarak yok edemeyeceklerinin tebarüz etmesi, hiç kuşkusuz pek çok cepheden, Orta Çağ hipotezini güçlendirmektedir. Korku ve iğreti yaşamak, insanın günlük güvenini yitirmesi, kütlesel işsizlikle bunun türevleri olan, her yerde sosyal güvenlik ve sendikal düzenlerin yıkılmasıyla çok yakından bağlantılıdır, bunları saptıyoruz.
Snowden’ın aktif kullandığı twitter hesabında, takip listesinde olan tek bir hesap var: NSA (11). Evet, eğer yeni Orta Çağ’ı yaşıyorsak ejderhalara meydan okuyan yeni kahraman şövalyelerimiz de olacak. Hakikate sadakatle bağlı bu şövalyeleri nasıl karşılayacağız? Tekrar yazının başlığına dönersek şimdi onları duyabiliyor muyuz?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ahlâk Ağacı (Ahlat Ağacı filminin varoluşçu, logoterapik okuması)

TOKMAK 3 (Umut Sarıkaya - Naber Dergi - Eylül 2015)

“Seni öldürmeyen şey... tuhaflaştırır.”